وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ |
2|54|Hani Musa, kavmine: *Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca Yaratan(gerçek İlah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, Yaratıcınız Katında sizin için daha hayırlıdır* demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. |
Turgut Kuzan ayet yorumu
Nefislerinizi öldürün emrini nasıl anlamalıyız?
Nefislerinizi
öldürün emrini nasıl anlamalıyız?
Seyyid Kutub’un (ö. 1966) (FÎ ZILÂLİ’l-KUR’ÂN) Kur’ân-ı
Kerîm Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Hz. Musa'nın Rabbi ile buluşmak üzere Tur dağına çıktığı sırada O'nun
yokluğunu fırsat bilerek, yahudilerin tapınmak üzere bir buzağı yapıp ilah
edinmeleri hikâyesi, Mekke'de bu sureden daha önce inen Taha suresinde
ayrıntılı biçimde anlatılır. Yüce Allah burada bu olayı kendilerine sadece
hatırlatmakla yetiniyor. Çünkü onlar olayı biliyorlar.
Yüce Allah onlara, kendilerini Firavun hanedanının ağır baskı ve
işkencelerinden Allah adına kurtarmış olan peygamberleri Hz. Musa yanlarından
ayrılır ayrılmaz buzağıya tapacak kadar alçaldıklarını hatırlatıyor ve bu
tapınma olayındaki tutumlarının niteliğini, "sizler zalimlerden
oldunuz" hükmü ile ortaya koyuyor. Gerçekten de, buzağıya tapan insanların
zulmü altında inlerken Allah'ın kendilerine gönderdiği bir peygamber sayesinde
kurtulan, fakat kendilerini zulümden kurtaran o peygamber yanlarından ayrılır
ayrılmaz, daha önce kendilerini ezen grubun ilahı olan buzağıyı ilah edinenden
daha zalim kim olabilir.
Buna rağmen Rabbleri bu ağır suçlarını bağışladı ve bu sapıklığın
arkasından doğru yola koyulsunlar diye, peygamberlerine hakk ile batılı
birbirinden ayırıcı olan Tevrat'ı verdi.
Fakat bu kararmış kalpleri arındırmak, eski temizliklerine yeniden
döndürmek kaçınılmazdı. Bu sefil ve perişan karakteri ancak hem özü ve hem de
uygulanışı bakımından son derece sert ve ağır bir kefaret düzeltebilir.
"Hani Musa kavmine dedi ki; "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh
edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve
nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır."
"Nefislerinizi
öldürün". Yani içinizdeki itaatkârlar, asileri öldürsün. Bunu yapan, hem
asiyi ve hem de kendini arındırmış olur. Bu ağır kefaret ile ilgili rivayetler, olayı böyle anlatır. Gerçekten
ağır ve uygulaması son derece zor bir yükümlülük. Kardeşin kardeşi öldürmesi... İnsanın gönüllü olarak kendi kendini
öldürmesi gibi birşey. Fakat bu kefaret biçimi her türlü kötülüğe balıklama
dalan, hiçbir yasaktan kaçınmayan söz konusu sefil ve perişan karakter için
gerekli bir uslandırma, yola getirme metodu oluyor. Eğer onlar yasaktan
kaçınsalardı, peygamberleri gözlerden kaybolunca buzağıya tapmazlardı. Madem
ki, sözle kötülükten el çekmiyorlardı, zor kullanılarak kötülükten
alıkonsunlar, uslanmalarını sağlayarak bu yolla kendilerine yararlı olacak
sözkonusu ağır fidyeyi ödesinlerdi.
İşte o anda, yani isyanlarından arınmalarından sonra, yüce Allah'ın
rahmeti kendilerine yetişiyor:
"Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç kuşkusuz O, tevbeleri kabul
edendir ve merhametlidir."
Fakat yahudi aynı yahudidir. Katı kalpliliği, maddeci zihniyeti ve gayb
sızmalarına kapalı his dünyası bakımından her dönemin yahudisi aynıdır. İşte
şimdi de bu yahudi yüce Allah'ı açıkça görmek istediğini söylüyor.
İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsirinde ayet ile
ilgili açıklamalar:
Bu, Allah Teâlâ'nm İsrâiloğullarının buzağıya tapınmalarından sonra
tevbelerini kabul ediş şeklidir. Hasan elBasrî merhum bu âyet konusunda der ki;
Bu husus, buzağıya tapınmaları sebebiyle kalplerinde vâki olan hal üzerine
zuhur etmişti. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta bir başka âyet-i kerîme'de şöyle
buyurur : «Ellerinden düşünce ve kendilerinin sapıttıklarını görünce dediler ki
«eğer Rabbımız bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa...» Hasan el-Basrî dedi
ki bu husus Mûsâ (a.s.)'nm: «Ey kavmim, buzağıya tapınmakla kendi nefsinize
zulmetmiş oldunuz» dediği sıradadır.
Ebu'l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr ve Rebî' İbn Enes «yaradamnıza tev-be edin»
âyetindeki Bârî kelimesinin yaratan demek olduğunu belirtmişlerdir. Ben derim
ki; burada yaratanınıza ifâdesi, onların suçlarını büyütmeye dikkatlerini
çekmek içindir. Yani sizi yarattığı halde ondan başkalarına taptığınız
yaradanınıza tevbe edin. Neseî, İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, Yezîd İbn
Harun'un... İbn
Abbâs' dan naklettikleri hadîste o der ki: Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Onların
tevbeleri; İsrâiloğullarından her erkeğin karşılaştığı çocuk, anne ve
babalardan her birisini öldürmesi ve öldürürken de orada kimi öldürdüğüne
aldırmamasıdır. Allah'ın muttali' olduğu suçlarım Mûsâ ve Harun'dan saklayanlar
böylece tevbe ettiler ve itiraf ettiler. Emrolunduklan şeyi yaptılar. Allah
Teâlâ öleni de, öldüreni de affetti. Bu
fitneler hadîsinden bir parça olup Tâhâ sûresinde inşâallah tamâmı gelecektir.
İbn Cerîr Taberî der ki; bana Abdülkerîm İbn el-Heysem... İbn Ab-bâs'dan
nakletti ki, o şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine «Ey kavmim, buzağıya tapınmakla
nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaradanınıza tevbe edin, nefislerinizi
öldürün. Bu yaradanınızın katında sizin için daha hayırlıdır» demişti. Allah'da
tevbelerini kabul etmişti. «Muhakkak ki Tevvâb, Rahim O'dur O.» âyeti konusunda
şöyle dedi. Mûsâ kavmine Aziz ve Celîl olan Rabbimin emri olarak kendi
nefislerini öldürmelerini emretti. İbn Abbâs dedi ki: Buzağıya tapınmayanlar
ise ayağa kalktılar, hançerlerini ellerine aldılar, üzerlerine şiddetli bir
karanlık çöktü, birbirlerini öldürüyorlardı.
Karartı üzerlerinden ayrılınca yetmişbin kişi öldürülmüştü,
öldürülenlerin her birisinin tevbeleri kabul edilmişti. Kalanların da tevbesi
kabul olundu.
İbn Cüreyc der ki; Kasım İbn Ebu Bezze bana Mücâhid ve Saîd İbn
Cübeyr'in bu âyet konusunda şöyle dediklerini duyduğunu bildirdi: Bazıları
bazılarına hançerle saldırarak birbirlerini öldürdüler. Adam, uzak ve yakın
demiyordu. Tâ ki Mûsâ elbisesiyle işaret etti ve ellerindekini attılar, sonra
yetmişbin kişinin öldüğü açığa çıktı. Ve Allah Musa'ya vahyetti ki, bu kadar
yeter. Mûsâ, bunun üzerine elbisesini göstermişti. Katâde der ki bu topluluk
şiddetli bir şeyle emrolunmuştu, ayağa kalkmışlar bıçakla birbirlerini
doğruyorlardı. Allah Teâlâ'nın Onlardan intikam alması son haddine ulaşınca,
bıçaklar ellerinden düştü ve birbirini öldürmekten vazgeçtiler ve bu husus
onların dirileri için tevbe, ölüleri için şahadet sayıldı.
Hasan el-Basrî
der ki; onları kaskatı bir karanlık bürümüştü, birbirlerini öldürdüler, sonra
karanlık açıldı ve bu, onlar için tevbe oldu.
Süddî «Nefislerinizi öldürün» âyeti konusunda diyor ki; buzağıya
tapanlarla tapmayanlar kılıçlarla karşı karşıya geldiler. İki gruptan
öldürülenler şehîd oluyordu. Öldürme o kadar çoğaldı ki nerdeyse helak
olacaklardı. Hattâ aralarından yetmiş bin kişi ölmüştü ve nihayet Hz. Mûsâ ve
Hârûn dediler ki; Rabbımız İsrâiloğulları helak oldu, Rabbımız, arta kalanlar, arta kalanlar
dediler. Bunun üzerine Allah onlara silâhlarım bırakmalarını emretti ve tevbelerini
kabul etti. Her iki gruptan da öldürülenler şehîd oluyordu. Kalanların da
günahları bağışlanmış oluyordu. İşte Allah Teâlâ'nın: «Allah da tevbenizi kabul
etmişti. Muhakkak ki Tevvâb, Rahim O'dur O.» kavlinin anlamı budur.
Zührî der ki; İsrâiloğulları kendi kendilerini öldürmekle emrolununca,
aralarında Mûsâ (a.s.) da bulunduğu halde karşı karşıya geldiler ve kılıçlarla
birbirine girdiler. Hançerlerle birbirlerini doğradılar. Mûsâ, elini yukarı kaldırmış
duruyordu. Birbirlerini yok edince, dediler ki; ey Allah'ın nebisi bizim için
Allah'a duâ et. Hz. Musa'nın iki bileğini almış, ellerini destek yapmışlardı.
Bir süre böylece devam ettiler. Nihayet Allah onların tevbesini kabul etti ve
birbirlerinden ellerini çekti. Bunun üzerine silâhı attılar. Hz. Mûsâ ve
İsrâiloğulları ölülerine çok üzüldüler. Allah Teâlâ Hz. Musa'ya vahyetti; seni
üzen nedir? Sizden öldürülmüş olanlar benim katımda diridirler, rızıklandırılırlar,
sağ kalmış olanların da tevbesi kabul edilmiştir. Bunun üzerine Mûsâ ve
İsrâiloğulları sevindiler. Bunu İbn Cerîr sağlam bir isnâdla rivayet eder. İbn
İshâk der ki; Hz. Mûsâ kavmine dönüp buzağıyı yakarak külünü denize attığında,
kavminden seçtiği kimselerle beraber Rabbinin huzuruna çıktı.
Onları yıldırım çarpmıştı. Sonra tekrar gönderildiler. Hz. Mûsâ, Rabbinden
(buzağıya tapmalarından dolayı) İsrâiloğullarının tevbesini kabul etmesini
diledi. Allah Teâlâ; «hayır ancak kendi kendilerini öldürürlerse kabul ederim»
buyurdu. İbn İshâk der ki; bana ulaştığına göre onlar Hz. Musa'ya biz Allah'ın
emrine sabrederiz, demişler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ buzağıya tapmayanların
tapanları öldürmesini emretti. Onlar evlerinde oturdular. Diğerleri kılıçlarla
onların üzerlerine saldırdılar ve onları öldürmeye başladılar. Mûsâ (a.s.)
ağladı, kadınlar ve çocuklar ağlaşmaya başladılar. Hz. Musa'dan affedilmelerini
diliyorlardı. Bunun üzerine Allah onların tevbesini kabul etti ve kendilerini
bağışladı ve Hz. Musa'ya da kılıçlarını kaldırmalarını emretti.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem der ki; Hz. Mûsâ kavmine döndüğünde —ki
bunlar Hz. Harun'la birlikte bir kenara çekilip buzağıya tapmamış olan yetmiş
kişi idi— Hz. Mûsâ onlara Rabbınızlâ sözleşmeye koşun dedi.
Onlar ey Mûsâ tevbe var mıdır? dediklerinde o da evet dedi ve : «Hemen
yaradanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün. Bu, yaradanınızın katında sizin
için daha hayırlıdır demişti,. Allah da tevbenizi kabul etti...» Kılıçları, kargıları,
hançerleri ve palaları sıyırdılar. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem der ki;
onların üzerine kin yaygınlaştırılmıştı, elleriyle birbirlerine değiyor, ve
birbirlerini öldürüyorlardı, Adam, babası ve kardeşiyle karşılaşıyor hiç
farkına varmadan onu öldürüyordu. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem der ki; Allah
sabreden kuluna merhamet etsin diye çağrışıyorlardı. Allah’ın rızasına nail
oluncaya kadar onların ölüleri şehid olmuş, dirilerinin de tevbesi kabul
buyrulmuştu. Sonra “Allah da tevbenizi kabul etmişti. Muhakkak ki Tevvab, Rahim
O’dur O.” ayetini okudu.
Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) (MEFÂTÎHU’l-GAYB)
Kur’ân-ı Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın onlara verdiği beşinci nimettir. Müfessirlerden bazıları, "Bu ve bundan sonra
gelen ayetler, nimetleri hatırlatmaya dair ayetlerden ayrılmıştır, çünkü bu âyet
öldürmeyi emreder; öldürme ise nimet olmaz" demişlerdir. Ki bu
görüş birkaç bakımdan zayıftır.
a) Şüphesiz Cenâb-ı Hakk onların günahlarının
büyük olduğuna dikkati çekmiş, sonra onlara bu büyük günahtan, sayesinde
kurtulacakları şeye dikkati çekmiştir. Bu da dinî bakımdan, nimetlerin en
büyüklerindendir. Allahu Teâlâ İsrailoğullarına olan dünyevi nimetleri tadâd
edince, onlara dinî nimetleri sayıp dökmesi daha evla olur. Sonra tevbenin
keyfiyyetini ortaya koyan bu nimeti vasfetmek ancak, ma'siyeti dile getiren bir
mukaddime ile olunca, onun zikri de nimetin tamamlayıcısı mahiyetinde olur.
İşte bu sebeple, bu âyetin ihtiva ettiği her şey Allah'ın onlara olan nimetleri
olarak sayılmıştır. Bundan ötürü, bunları hatırlatmak caizdir.
b) Allahu Teâlâ onlara katli emredince, o emri
onlardan, onların hepsi yok olmadan önce, kaldırmıştır. Bu sebeple bu, geriye
kalanlar ve Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulunanlar hakkında bir nimet olmuş
olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bu öldürmeyi onların ecdadından kaldırmamış olmasaydı,
o oğullar mevcut olmazlardı. Bu sebeple, bunun, Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında
mevcut olanlara minnet etme sadedinde getirilmiş olması güzel olmuştur.
c) Hz. Muhammed (s.a.s) onlara, şu anda
tevbenizin kabul edilmesi için birbirinizi öldürmeye ihtiyaç yoktur; küfrünüzden döner, Allah'a iman ederseniz,
Allah imanınızı kabul eder, dediği halde; Allahu Teâlâ onların
tevbelerinin ancak katl
ile tamamlanabileceğini
açıklayınca, o tevbe konusundaki
bu şiddetli açıklama, onların dikkatini böylesi bir kolay tevbenin kabulüyle
hasıl olan o büyük nimete çekmek olmuştur.
d)
Bunda Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini, tevbeye çok teşvik
bulunmaktadır. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın ümmeti, kendilerine çok zor gelmesine
rağmen, tevbeye isteklendirilince, bizden birimizin, sırf pişmanlık demek olan
tevbe hususunda teşviki daha evla olur. İnsanın önemli bir faydası hususunda
isteklendirilmiş olmasının, nimetlerin büyüklerinden olduğu malumdur.
Hak Teâlanın Ve-iż kâle mûsâ likavmihi (Musa kavmine:) (Bakara, 54)
âyetine gelince, bu, Hz. Musa onları, buzağıyı ilâh edinmiş olarak
gördüğü zaman, sözleşme yerinden döndükten sonra, onlara Ey kavmim,
-innekum zalemtum enfusekum- "Siz gerçekten kendinize
zulmettiniz" (Bakara, 54) dediği vakti hatırlayınız " demektir.
"Zulüm" hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:
a) Hz. Musa (a.s)'ya verdiğiniz sözde durmak sureti ile mutlaka
hakedeceğiniz sevabı, kendinizden noksanlaştırdınız.
b) Zulüm, yerinde olmayan, kendisinde ne ilmen ne de tıbben herhangi bir
fayda bulunmayan, hiçbir zararı defetmeye vesile olmayan ısrar demektir. Buna
göre onlar buzağıya tapmak suretiyle kendi nefislerine zarar vermiş oldular.
Çünkü ebedi zarara götüren şey, en büyük bir zulümdür. İşte bu sebebten ötürü
Hak Teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13)
buyurmuştur. Ancak bu zulmün, mutlak manada bir zulüm olduğu sanılmaması için,
kayıdlanması gerekir. Zira zulümde asıl olan, başkasına yapılandır. İşte bu
sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, -innekum zalemtum enfusekum- "Siz, kendinize zulmettiniz"
buyurmuştur.
Allah Teâlâ'nın, -bittiḣâżikumu-l’icle- "Buzağıyı ittihaz ettiğiniz için "
âyetinde bir hazif vardır. Çünkü onlar, bu kadarcık bir işle nefislerine
zulmetmiş olmazlar. Zira onlar o buzağıyı edinip de onu ilah saymasaydılar, bu
işleri zulüm olmazdı. Buna göre ayetten maksad,"siz buzağıyı ilah ittihaz
ettiğiniz için..." demek olur. Ancak ayetin başı, bu hazfedilene delalet
ettiği için, burada "ilah" kelimesini hazfetmek yerinde olmuştur.
Hak Teâlâ'nın, -fetûbû ilâ bâri-ikum faktulû enfusekum- "Öyle ise
Yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi (kendinizi) öldürün" ayetine
gelince, bununla ilgili birkaç sual vardır:
Tevbe İle Nefsi Öldürme
Arasındaki Münasebet
Birinci Sual: Allah Teala'nın -fetûbû ilâ bâri-ikum
faktulû enfusekum- âyeti, tevbenin "nefsi öldürmek" şeklinde tefsir
edilmiş olmasını gerektirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Allah,
temiz suyu yerli yerine koyarak yüzünü ve ellerini yıkamadıkca hiçbirinizin
namazını kabul etmez" hadisinde, temiz suyu yerli yerine koyma, ifadesi,
"yüzü ve elleri yıkama"yı gerektirir. Ancak tevbenin böyle
anlaşılması batıldır. Çünkü tevbe, geçen çirkin fiilden dolayı pişmanlık duyup,
bundan sonra onu tekrar yapmamaya azmetmekten ibarettir. Bu ise, nefsi öldürmeden
farklı ve nefsi öldürmeyi gerektirmeyen bir şeydir. O halde, tevbenin nefsi
öldürmek şeklinde tefsir edilmesi nasıl caiz olur? Buna şöyle cevab verilir:
Maksad, tevbenin "nefsi öldürmek" şeklinde açıklanması
olmayıp, aksine, "onların tevbelerinin ancak nefsi öldürmekle olacağını ve
tamamlanacağını" izah etmektir. Bu tevbe ancak böyle olmuştur. Çünkü Hak
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya, kasten adam öldüren kimsenin tevbesinin ancak, kendisini
teslim etmesi ile tamamlandığı, böylece de öldürülenin yakin akrabaları ya onun
kısasından vazgeçtikleri veya onu öldürdükleri gibi, Benî İsrail'in tevbesinin
kabul edilmesinin şartının da kendilerini öldürmek olduğunu vahyetmiştir. Bu
sebeble, mürtedin tevbesinin ancak öldürülmesi ile tamamlanmasının, Hz. Musa
(a.s)'nın şeriatinden olması imkansız değildir. Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Birşeyin şartına, mecazen, bazen o şeyin ismi
verilebilir. Nitekim tevbeye niyetlenen gâsıb (bir mal gasbetmiş) kimseye
"Senin tevben, gasbettiğin şeyi geri vermendir" denilir. Yani
"senin tevben ancak bununla tamamlanır" demektir. Burada da böyledir.
İkinci Sual: Tevbe ancak Hak Teala için yapıldığı halde
"Yaratıcınıza tevbe edin" demenin ne anlamı vardır? Buna şu şekilde
cevab verilir: Bundan maksad, tevbe ederken riyakârlık yapmaktan insanları
nehyetmektir. Sanki Cenab-ı Allah onlara şöyle demektedir: "Kalbinizden değil
de lisanen tevbe ediyor görünürseniz, bu durumda kalblerinize muttali olan
Allah'a karşı değil, insanlara karşı tevbe etmiş olursunuz." Bu ise
faydasız şeylerdendir. O halde siz günah işlediğinizde, Allah'a tevbe
etmelisiniz.
Üçüncü Sual: Bu âyette niçin bilhassa Barî (yaratıcı) ismi zikredilmiştir. Buna şöyle
cevab veririz: "Barî", Allah Teala'nın da: "Rahman'ın yarattıklarında bir kusur göremezsin"
(Mülk, 3) buyurduğu gibi, mahlukatı düzensizlikten uzak olarak yaratan ve
onları birbirinden muhtelif şekiller, farklı suretlerle yaratarak ayıran
zattır. Böylece bu ifade, böyle olan zatın, ahmaklıkta darb-ı mesel olan
öküzden (buzağıdan) ibadete daha layık olduğuna bir dikkat çekmedir.
Dördüncü Sual: Allah'u Teâlâ'nın, "Öyle ise tevbe
ediniz " ifâdesindeki fe harfi ile,
"ve öldürünüz " ifâdesindeki fe harfi arasındaki fark nedir? Buna cevabımız şudur: Birincisi
fa-i sebebiyyedir. Çünkü bu ayette zulüm, tevbe etmenin sebebidir. İkincisi ise
fa-i takibiyyedir. Çünkü öldürmek burada, tevbenin tamamlayıcısıdır. Buna göre fetûbû
ifâdesinin manası "Tevbenizi tamamlamak için tevbeye öldürme işini
ekleyiniz " şeklindedir.
"Kendinizi Öldürünüz" Emrinin Tefsiri
Beşinci Sual:
"Kendinizi -nefislerinizi- öldürünüz" âyeti ile kastedilen
nedir? O, âyetin zahirinin gerektirdiği, "Her biriniz nefsini
öldürsün" manası mıdır, yoksa başka bir şey midir? Buna cevabımız şudur:
Âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir:
Bundan muradın, "tevbe edenlerin her birinin kendisini öldürmesini
emir" olması caiz değildir. Bu, Kadı Abdulcebbar'ın da tercih ettiği
görüştür: Bu müfessirler, görüşlerine iki yönden delil getirmişlerdir:
a) Ehl-i tefsir şuna dayanmışlardır: Bütün
müfessirler, Benî İsrail'in kendilerini elleri ile öldürmedikleri hususunda
ittifak etmişlerdir. Eğer onlar, böyle yapmakla emrolunmuş olsalardı, bunu
yapmadıkları için günahkâr olmuş olurlardı.
b) Ki bu Kâdî Abdulcebbar'ın dayandığı
delildir: Öldürme, canlı olan bünyeyi canlı olmaktan çıkaran ve onu bozan
şeydir. Bunun haricindeki şeyler ise, yakın veya uzak olarak onu ölüme götüren
şeylerdir. Bu gibi şeylere mecazen öldürme denir. Öldürmenin hakikatini iyice
kavradığın zaman biz deriz ki Allah'ın bunu emretmiş olması caiz değildir.
Çünkü şer'î ibadetler o mükellefe fayda verdiği için güzel(ve yerinde) olmuşlardır.
İbadetler ancak, istikbaldeki işler hakkında birer maslahat (fayda) olurlar.
Halbuki ölümden sonra mükellefiyet söz konusu değildir ki, insanın kendisini
öldürmesinden bir maslahatı olsun. Bu ise Allah'ın öldürmesinin aksinedir.
Çünkü Allah'ın öldürmesi, ilahî fiillerdendir. Böylece, başka bir mükellef için
bir salah (maslahat, fayda) olduğu zaman Allah'ın öldürmesi güzel olur ve Allah
öldürdüğü mükellefe de buna karşılık büyük bir sevab verir. Bu, Allah'ın,
öldürmeyecek şekilde bir yaralamayı veya bir uzvun kesilmesini emretmesinden de
farklıdır. Çünkü bunlar yapıldıktan sonra geride hayat kalır ise, bu fiillerin
ilerideki fiiller için bir salah (kurtuluş) vesilesi olması imkansız değildir.
Birisi şöyle diyebilir: Katlin, o anda ruhu bedenden ayıran bir fiilin
ismi olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine o, ya o andan veya daha sonra ruhun
bedenden ayrılmasına sebeb olan bir fiilden ibarettir. Bunun delili ise şudur:
Birisi, herhangi bir insanı öldürmemeye yemin etse de, sonra birisini ağır bir
şekilde yaralasa. O da bu ağır yaralanmadan sonra çok kısa bir müddet yaşayıp
ölse. Bu yaralayan yeminini bozmuş olur ve onu Arapça'yı bilen herkes "katil"
diye adlandırır. Halbuki kelimelerin kullanılışında esas olan, hakiki mana ile kullanmaktır.
Bu sebeble bu "katl" isminin, ister o anda öldürsün, isterse ondan
sonra ölümüne sebeb olsun, ruhun bedenden ayrılmasına yolaçan fiilin ismi
olduğunu gösterir. Halbuki sen, ayetteki "öldürünüz" emrinin, ruhun
derhal bedenden çıkmasını gerektirmeyen bir yaralamakla ilgili olmasının caiz
olacağını kabul ettin. Durum böyle olunca, emrin, insanın kendisini öldürme
manasında olmasının da caiz olabileceği sabit olur. Katlin, o anda ruhu çıkaran
fiilin ismi olduğunu kabul ettik. Buna göre, ayetteki emrin bu manada olması
niçin caiz olmasın? Onun "Emirlerin (ibadetlerin) farzolmasında, istikbale
ait maslahatların bulunması gerekir" sözüne gelince, biz deriz ki:
Herşeyden önce ibadetlerde (emirlerde) mutlaka bir faydanın olması
gerektiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili şudur: Hak Teâlâ, inkâr edeceği
kimselere de iman etmelerini emretmiştir. Halbuki bu emirde herhangi bir fayda
yoktur. Çünkü böyle bir teklifin faydası, sadece azabın meydana gelişidir. Biz,
mutlaka bir faydanın olması gerektiğini kabul etsek bile, sen niçin "o
faydanın bizzat o kimseye ait olması gerekir" diyorsun ve niçin "o
adamın kendisini öldürmesinin başkasının faydasına olması caiz olmasın ve
bundan dolayı, başkası istifade etsin diye Allah'ın ona kendisini öldürmesini
emretmesi ve sonra da Allah'ın kendini öldürene buna karşı büyük bir sevab
vermiş olması niçin caiz olmasın? Faydanın mutlaka o fiili yapana dönmesi
gerektiğini kabul ettik. Fakat, o insanın bu fiil ile emredildiğini bilmesinin
de onun için bir maslahat (fayda) olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Mesela,
o, yarın kendisini öldürmekle emredilmiş olsa, onun bu emri bilmesi, şu andan
itibaren, ertesi günün gelmesinden önce, o adamın kötülükleri terketmesine
sebeb olur. Bütün bu ihtimaller söz konusu olunca Kadı Abdulcebbar'ın iddiaları
da düşer.
Müfessirlerin dayanmış olduğu izah tarzı, daha güçlüdür. Buna göre
ayeti, zahirî manasından çevirmek gerekir. Sonra bunda iki görüş vardır:
a) Tevbe edenlerden her birinin, birbirlerini
öldürmeleri emrolunmuştur, denilebilir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın - faktulû enfusekum - ifâdesinin mânası "bir kısmınız
diğer kısmınızı öldürsün" demektir. Bu, Hak Teâlâ'nın bir başka
yerdeki: "Birbirinizi
öldürmeyin "(Nisâ, 29) âyeti gibidir. Bunun manası da,
"Bir kısmınız bir kısmını öldürmesin" dir. Bunun hakikati, müminlerin
tek bir nefis gibi olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kendinizi ayıplamayın"
(Hucurat, 11) âyetlerinde, tefsirin yani mümin kardeşlerinizi: "Onu işittiğinizde,
erkek müminlerle kadın müminler, kendi nefislerine dair iyi bir zanda
bulunmaları gerekmez miydi?.." (Nûr, 12), yani "kendileri
gibi müslümanlar hakkında" şeklinde olduğu söylenmiştir. Ve yine bu Hak
Teâlâ'nın: "Binaenaleyh, kendi nefislerinize selam veriniz" (Nûr 61)
âyeti gibidir. Yani, birbirinize selam verin!... Sonra müfessirler, bu tevbe
edenlerin iki saf halinde ortaya çıktıklarını,bazısının bazısına, geceye kadar
vurduğunu söylemişlerdir.
b) Allahu Teâlâ, tevbe etmeyenlere (suçsuzlara)
tevbe edenleri öldürmelerini emretmiştir.
Buna göre Cenâb-ı Hakk’ın - faktulû enfusekum - ifâdesinden maksat, ölümü ve öldürülmeyi kabul
ediniz demek olur. Bu ikinci izah tarzı, doğru olmaya daha yakındır. Çünkü
birinci izahta meşakkatin artması söz konusudur; zira topluluk günahta müşterek
oldukları zaman onların bir kısmı diğer bir kısmına, başkalarının onlara
şefkatinden daha fazla bir şekilde şefkatli olurlar. Onlar, birbirlerini
öldürmekle mükellef tutulduklarında, bu husustaki meşakkat büyür. Sonra
rivayetler değişik olmuştur.
1) Allahu Teâlâ, buzağıya ibadet etmeyen
mikatta bulunmak için seçilmiş yetmiş kişiye, onlardan buzağıya tapanları
öldürmelerini emretmiştir. Öldürülenlerin sayısı, yetmişbin kişidir. Öldürülünceye kadar üç gün hiç
kımıldamamışlardır. Bu görüşü Muhammed İbn İshak zikretmiştir.
2) Hz. Musa (a.s) onlara birbirlerini
öldürmelerini emredince, onlar buna icabet ettiler. Böylece Hz. Musa (a.s)
katle sabretmeleri için onlardan bir söz aldı. Bunun üzerine her kabile, tek
başına topluca sabahladı. Hz.Harun kesinlikle buzağıya tapmayan ve ellerinde
kılıçlar olan onikibin kişi getirdi. Bunun üzerine tevbe edenler, "Bunlar
sizin kardeşlerimizdir. Kılıçlarını çekmiş olarak size gelmişlerdir; o halde
Allah'tan korkun ve sabredin. Yerinden kalkana, onlara yan gözle bakana veya
elleriyle ve ayaklarıyla onlardan korunmaya çalışana Allah lanet etsin"
dediler; onlar da "amin!" dediler. Böylece akşama kadar onları
öldürmeye koyuldular. Hz. Musa ve Harun (a.s) Allah'a dua etmeye başlayarak,
"Ey Rabb'imiz, geri kalanını, geriye kalanını koru!" dediler. Bunun
üzerine Allah onlara, "Öldürülenleri bağışladım, kalanların da tevbesini
kabul ettim" diye vahyetti. Ravi, öldürülenlerin yetmişbin olduğunu
söylemiştir. Bu Kelbî'nin rivayetidir.
3) İsrailoğulları iki kısım idi. Onlardan bir
kısmı buzağıya tapmış, bir kısmı ise tapmamıştı. Ne varki
bu tapmayanlar, tapanların
bu işini reddetmemişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, buzağıya
tapmamakla birlikte reddetmeyenlere buzağıya ibadetle meşgul olanları
öldürmelerini emretti. Sonra müfessirler sözlerine şöyle devam ettiler:. Adam
babasını, çocuğunu, komşusunu görüyor ve Allah'ın emrinden cayması da mümkün
olmuyordu. İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, simsiyah bir bulut gönderdi, sonra
öldürülmelerini emretti; böylece, akşama kadar öldürüldüler... Hz.Musa ve Harun
(a.s) dua ederek: "Ey Rabbim, İsrailoğulları yok oldu, geri kalanı, geri
kalanı bari olsun koru!" dediler de, bunun üzerine bulut açıldı, Tevrat
iniverdi ve mızrakları ellerinden düşüverdi.
İrtidâddan Tevbe Ettikleri Halde Niçin Öldürüldüler?
Altıncı Sual: "Onlar irtidâddan tevbe etmiş oldukları
halde, nasıl öldürülmeye müstehak olmuşlardır? Halbuki irtidâddan tevbe eden
kimse öldürülmez?" Cevap: Bu, dinin değişen hususlarındandır; belki de Hz.
Musa (a.s)'nın şeriatı ya hepsi hakkında umumi veya bu kavme mahsus olarak
irtidaddan tevbe eden kimsenin katlini gerektirmişti.
Yedinci Sual: Onlardan, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimselerden
bazılarının öldürülmediği rivayeti doğru mudur? Cevap: Bu imkansız değildir.
Çünkü Hak Teâlâ'nın, - innekum zalemtum enfusekum - ifâdesi, ağızdan yöneltilmiş bir hitaptır.
Belki de bu hitap, onlardan bir kısmına olmuştur. Veya bu hitap umumîdir; buna
göre umumi olana bazan tahsis edilebilir.
Cenâb-ı Hakk'ın - żâlikum ḣayrun
lekum ‘inde bâri-ikum - ifâdesine gelince, bunda bu güçlüğe katlanma sebebine
işaret ve uyarma bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü onların durumları dünyevî
zararla uhrevi zarar arasında, ikisinden birine razı olmayı gerektiriyordu.
Böyle olunca dünya zararına katlanmak münasib olur, çünkü dünya fanidir,
sonludur. Ahiretin zararları ise sonsuzdur. Bir de ölüm mutlaka olacaktır; bu
nedenle öldürülmeye katlanmada, takdim ve tehirden başka bir şey yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın cezasından kurtulup sevabını elde etmeye gelince, işte bu en büyük
gayedir.
Cenâb-ı Hakk'ın: - fetâbe ‘aleykum - ifadesine gelince, bunda hazfedilmiş bir
mahzuf bulunmaktadır. Sonra bu hazfedilen şey hakkında iki izah bulunmaktadır.
a) Takdîr edilen şeyin, Hz. Musa'nın sözünden
olması. Buna göre sanki Hz. Musa, "Şayet bunu yaparsanız, muhakkak ki Allah sizin tevbenizi
kabul eder" demiştir.
b) Bu takdir edilen şeyin, iltifat yoluyla
onlara Allah tarafından bir hitap olmuş olmasıdır. Buna göre takdir,“siz de
Hz.Musa'nın size emrettiği işi yapınca Rabb'iniz de sizin tevbelerinizi kabul
etti" şeklinde olur.
Cenâb-ı Hakk'ın: - fetâbe ‘aleykum(c) innehu huve-ttevvâbu-rrahîm(u) - âyetinin
manası, yine O'nun (Bakara, 37) âyetinin izahında geçmişti.
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî’nin (ö. 671/1273) Kur’ân-ı
Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Yüce Allah'ın: "Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti" buyruğunda
geçen "kavm"
kelimesi yalnızca erkekler topluluğu hakkında kullanılır. Nitekim
yüce Allah: "Ey iman edenler, hiçbir kavim başka bir kavim ile alay
etmesin.."diye buyurduktan sonra:
"Kadınlarda kadınlarla alay etmesin." (el-Hucu-rât, 49/11)
diye buyurmaktadır. Şair Zuheyr de şöyle demiştir:
"Bilemiyorum, ileride belki bilebilirim. Kale halkı bir kavim
(erkekler topluluğu) midir yoksa kadınlar mı?"
Yüce Allah da: "Lût'u da (kavmine gönderdi.) Hani o kavmine..
demişti." (el-A'raf, 7/80) Burada onun kadınları dışarıda bırakarak yalnızca
erkeklere hitap etmek istediği anlaşılmaktadır. "Kavm" kelimesi bazen erkekler ve
kadınlar hakkında müşterek olarak da kullanılır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz, Nuh'u kavmine gör derdik." (Nuh,
71/1) diye buyurmaktadır.
Aynı şekilde her bir peygamber aynı zamanda hem kadınlara hem de
erkeklere gönderilmiştir.
"Yâ kavmi: kavmim" buyruğu izafet tamlaması şeklinde bir
münadadır. Kelimenin sonunda "yâ" harfi hazfedilmiş ve sondaki esre buna
delil kabul edilmiştir. Bu harf tenvin ayanndadır. Müfred kelimenin sonunda
tenvin hafze-dildiği gibi, bu harf de hafzedilir.
Kur'ân'ın dışında bu harfin sakin (yani bir med harfi) olarak tesbit
edilmesi mümkündür. Bununla birlikte bu harf üstün de okunabilir, sonuna bir
"he" harfi eklenerek "yâ kavmiyeh" de denilebilir.
İstenirse "yâ" harfi "elife de ibdâl edilerek "yâ
kâvmâ" da denilebilir, "ya eyyuhe'l-kavmu" anlamında "yâ
kavmu" da denilebilir. Eğer bu kelime nekire olarak kullanılırsa, üstün ve
tenvinli "ya kavmen" şeklinde kullanılır. Tekili - başka bir kökten
olmak üzere - "imruun" şeklinde gelir. Çoğulu: "akvam",
çoğulun çoğulu ise "ekâvim" diye gelir.
Burada Hz.
Musa'nın kavminden kasıt buzağıya tapanlardır. Onun kavmine bu şekilde hitap etmesi Allah
tarafından ona verilen bir emir üzerine olmuştur.
"Gerçekten siz buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize
zulmettiniz." Burada yüce Allah, "nefislerinize" buyruğunda
cem-i kıllet kullanarak, cem-i kesret olan: "nüfus" kelimesini
kullanmamıştır. Bu iki çeşit çoğul, birbirlerinin yerine kullanılabilir.
Nitekim yüce Allah:"-üç kur'.." (el-Bakara, 2/228); "orada
canların istediği şeyler de vardır" diye uyurmaktadır.'(Birinci örnekte
cem-i kıllet gelmesi gerekirken cem-i kesret getirilmiştir. İkinci örnekte de
durum aksinedir. - çeviren -) Sonuçta zararı kendisine dokunan bir iş yapan
herkese: "Sen kendine kötülük ettin" denilir.
Zulüm asıl itibariyle birşeyi konulması gereken asıl yerinden bir başka
yere koymak demektir. Kimisi şöyle demiştir: Her insanın "buzağı"sı
onun kendi nefsidir. Her kim bu buzağıyı bir kenara iter, onun maksadına
muhalefet ederse, buzağının zulmünden uzak kalmış olur. Doğrusu ise burada
gerçek anlamıyla "bir buzağı"nın kastedildiğidir. Onlar Kur'an-ı Kerim'in
beyan ettiği şekilde bu buzağıya tapınmışlardı.
"Sizi yaradana tevbe edin." Hz. Mûsâ, kavmine sizi yaratana tevbe edin
deyince, onlar: Nasıl tevbe edelim? diye sormuşlar, bunun üzerine o:
"Nefislerinizi öldürün" diye cevap vermişti.
Kimi meânî bilginleri bunu şöyle açıklamışlardır: Siz itaatlerle,
nefislerinizi zelil edip onlara boyun eğdiriniz ve şehvet ve arzularından
alıkoyunuz. Ancak doğrusu burada gerçek anlamıyla bir öldürmenin
kastedildiğidir. Öldürmek ise, canlılık alametini ortadan kaldırmaktır. Şarabın
sertliğini su ile kırmayı ifade etmeyi ifade etmek üzere (Araplar): Şarabı
öldürdüm, derler. Süfyan b. Uyeyne der ki: Tevbe, şanı yüce Allah'ın bütün
ümmetler arasında yalnızca bu ümmete ihsan etmiş olduğu Allah'ın ni'metlerindendir.
İsrailoğullarının tevbesinin kabulü ise öldürmek suretiyle gerçekleşmiş idi. Müfessirler,
buzağıya tapan her bir kimseye kendi eliyle kendisini öldürmekle emrolunmadığı
hususu üzerinde görüş birliği etmişlerdir.
Ez-Zührî der ki: Onlara: "Sizi yaradana tevbe edin, nefislerinizi
öldürün" diye buyurulunca iki saf halinde dizildiler ve birbirlerini
öldürmeye başladılar. Onlara: Artık bırakınız, denilinceye kadar bu işi
sürdürdüler. Bu ise öldürülen için bir şehadet, hayatta kalan için ise tevbenin
kabulünü ifade ediyordu. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunuyordu. Kimi müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, onları bir karanlık
içerisine bıraktı ve onlar da bu işi yaptılar. Bir diğer görüşe göre: Buzağıya
tapanlar bir saf halinde durdular ve buzağıya tapmayanlar kılıçlarıyla onlara
hücum edip onları öldürdüler. Bir diğer açıklamaya göre, Hz. Mûsâ ile birlikte
bulunan yetmiş kişi -buzağıya tapmadıklarından dolayı- kalktılar ve buzağıya
tapanları öldürdüler.
Rivayet edildiğine göre Yûşâ' b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde
oturmuş oldukları halde onların yanlarına çıktı ve: Bu oturuşunu bozan yahut
kendisini öldürecek olana bakan veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya
çalışan mel'undur, dedi.
Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında
bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhas ve başkaları zikretmiştir.
Birinci görüşe göre buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile
cezalandırılma sebebi, buzağıya tapanların tapmaları esnasında münkeri
değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir. Halbuki onlara düşen görev buzağıya
tapanlarla çarpışmak ve savaşmak idi. İşte münker kulları arasında yayılıp da
herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek olursa, herkesin cezaya çarptırılması
Allah'ın bir sünnetidir. Cerir (b. Abdullah el-Becelî) şöyle rivayet
etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara
karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları halde herhangi bir şekilde
(münkeri) değiştirmez iseler, mutlaka Allah, onların hepsini kuşatacak bir ceza
gönderir." Bunu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir.
Bu hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi
alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da yetmiş bini bulunca,
Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali (r. anhum)'ın görüşüdür. Yüce
Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi kendilerini öldürmek
hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalarıdır. Gerçekten de şanı yüce
Allah'ın bu ümmete İslâm ni'metinden sonra tevbe etmekten daha üstün verdiği
bir ni'met yoktur.
Katade
"Nefislerinizi öldürün" buyruğunu, nefislerinizi geri çevirin,
durumunu değiştirin anlamına gelecek şekilde “” şeklinde okumuştur. Yani
öldürmek suretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir.
Burada "yaradan" diye meali verilen el-Bâri' kelimesi
(yaratıcı demek olan) halik anlamına olmakla birlikte, aralarında bir fark vardır.
Şöyle ki: Bari', yoktan var eden ve meydana getiren demektir. Halik ise bir
durumdan bir başka duruma takdir eden ve aktaran demektir. el-Beriyye,
yaratıklar, mahlûkat demektir. Ebû Amr :
Sizi yaratan" kelimesini “” şeklinde sakin hemze ile okumuştur. Ancak
nahivciler böyle bir okuyuş hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimi nahivciler
vasıl halinde damme ve ötreyi sükûn şeklinde okur ve bunu yalnızca şiirde
yapar. Ebû'l Abbâs el-Müberred der ki: İ'rab harfinde peşpeşe harekelerin
gelmesiyle birlikte sakin okumak ne günlük konuşmada ne de şiirde mümkün
değildir. O bakımdan Ebû Amr'ın bu şekildeki bir okuyuşu da bir lahn
(yanlışlık)tır. En-Nehhas ve "başkaları da şöyle demiştir: Eski ve önder
nahivciler bunu caiz kabul etmiş ve buna dair
çeşitli Arap şairlerinden örnekler göstermişlerdir:
"Onlar ed-Devv (Mekke ile Medine arası keybolma ihtimali yüksek bir
yer) denilen yerde eğrilip saptılar mı, doğrul ey arkadaş, derim;
Denizde yüzen gemileri andıran) kafilerle (onları yoldan sapmaktan
korurum)"
İmruu'l-Kays da der ki:
"Artık bu gün içebilirim, Allah'a karşı bir günah işlemem de söz konusu
değil; Arkadaşlarım yanına davetsizce katılmam olan da söz edilemez."
Bir başkası şöyle demektedir:
"Selma'cık bize sevik alıver, dedi."
Bir başkası da şöyle demektedir:
"Gittin ayaklarında onlarla birlikte;
Şeyin ise kuşandığın peştemalden açıkça görünüyordu."
İ'râb olması gereken harfin sakin okunuşu kabul etmeyenler, i'râba
alamet olan yerde bunun mümkün olamayacağını delil gösterirler. Ebû Ali
el-Farisi der ki: Harekelerin arka arkaya gelmesi halinde mebnî kelimenin bina
dolayısıyla gelen harekesinin sakin de okunmasının caiz olduğu hususunda
Nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur.
Bari' kelimesi
aslında birşeyin birşeyden ayrılması demektir. Bütün yaratıklar yokluktan ayrılıp varlığa
çıkarıldıklarından dolayı bu ismi almışlardır. Hastalıktan iyileşmek anlamına
gelen (Hicazlıların söyleyişi ile) "ber'" de buradan gelmektedir.
Hicazlıların dışındakiler ise bu maştan "bur"'
şeklinde kullanırlar. Borçtan ibra ve kusurlardan beri olmak da bu kökten
gelmektedir. Kadından beri olmak ve ortağından ibra olmak için de bu kökten
gelen kelimeler kullanılır.
"Nihayet tevbenizi kabul etti" buyruğunda takdirî ifade şöyledir: Siz size emrolunanı yaptınız ve "nihayet O da tevbenizi kabul etti"; yani sizden geri kalanların kusurlarını bağışladı, affetti. "Gerçekten O tevvâbdır, rahimdir tevbeleri kabul edendir, merhameti pek çok olandır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
Görüntülenme : 814
E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir
İletişim : Turgut Kuzan [email protected]
Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.
Bitişik Özne Zamirleri
(Merfû Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
وا | ا | | Gâib (Eril) |
تُمْ | تُمَا | تَ | Muhatab (Eril) |
تُنَّ | تُما | تِ | Muhataba (Dişil) |
نا | تُ | Mütekellim (Cinsiyet farkı yok) |
Bitişik Nesne Zamirleri
(Mansûb Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُ | Gâib |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Eril |
هُنَّ | هُما | ها | Gâibe |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Dişil |
كُمْ | كُمَا | كَ | Muhatab |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Eril |
كُنَّ | كُمَا | كِ | Muhataba |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Dişil |
نَا | ي | Mütekellim | |
bizi, bizim | beni, benim | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Özne Zamirleri
(Merfû Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُو | Gâib |
Onlar | O ikisi | O | Eril |
هُنَّ | هُمَا | هِيَ | Gâibe |
Onlar | O ikisi | O | Dişil |
أَنْتُمْ | أَنْتُمَا | أَنْتَ | Muhatab |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Eril |
أَنْتُنَّ | أَنْتُمَا | أَنْتِ | Muhataba |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Dişil |
نَحْنُ | أَنا | Mütekellim | |
Biz | Ben | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Nesne Zamirleri
(Mansûb Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
إيّاهُمْ | إيّاهُا | إيّاه | Gâib |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, ona | Eril |
إيّاهُنّ | إيّاهُا | إيّاها | Gâibe |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, Ona | Dişil |
إيّاكُمْ | إيّاكُمَا | إيّاكَ | Muhatab |
Sizleri, sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Eril |
إيّاكُنَّ | إيّاكُمَا | إيّاكِ | Muhataba |
Sizleri sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Dişil |
إيّانا | إيّاي | Mütekellim | |
Bizi, bizeَ | Beni, bana | Cinsiyet farkı yok |
Tümünü seç | Tümünü sil | Boşluk |
ـا | ـا | ا | ا |
ـب | ـبـ | بـ | ب |
ـت | ـتـ | تـ | ت |
ـث | ـثـ | ثـ | ث |
ـج | ـجـ | جـ | ج |
ـح | ـحـ | حـ | ح |
ـخ | ـخـ | خـ | خ |
ـد | ـد | د | د |
ـذ | ـذ | ذ | ذ |
ـر | ـر | ر | ر |
ـز | ـز | ز | ز |
ـس | ـسـ | سـ | س |
ـش | ـشـ | شـ | ش |
ـص | ـصـ | صـ | ص |
ـض | ـضـ | ضـ | ض |
ـط | ـطـ | طـ | ط |
ـظ | ـظـ | ظـ | ظ |
ـع | ـعـ | عـ | ع |
ـغ | ـغـ | غـ | غ |
ـف | ـفـ | فـ | ف |
ـق | ـقـ | قـ | ق |
ـك | ـكـ | كـ | ك |
ـل | ـلـ | لـ | ل |
ـم | ـمـ | مـ | م |
ـن | ـنـ | نـ | ن |
ـو | ـو | و | و |
ـه | ـهـ | هـ | هـ |
ـلا | ـلا | لا | لا |
ـي | ـيـ | يـ | ي |