فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ |
3|159|Allah tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. |
Turgut Kuzan ayet yorumu
Rabbimizin merhametli ve yumuşak huylu olun EMRİ
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve
bereketi üzerimize olsun.
Âl-i İmrân Suresi 159. Ayet meali:
Allah'tan bir rahmet dolayısıyla,
onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden
dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş
konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et.
Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Besairu'l Kur'an Tefsirinde ayet ile ilgili
açıklamanın bir kısmı:
159. “Allah'ın rahmetinden dolayı,
ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli
olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret
dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu
Allah güvenenleri sever.”
Ey peygamberim, Allah’tan bir
rahmetle, Allah’tan bir rahmet sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Allah’ın
yardımı ve yol göstermesiyle onlara merhametli, müsamahalı, şefkatli davrandın.
Eğer sen onlara karşı sert, haşin, katı kalpli davransaydın, onlara karşı
anlayışsız, kaba olsaydın muhakkak ki onlar seni terk edip etrafından dağılıp
giderlerdi. Kıyâmete kadar tüm insanlara, tüm toplumlara örnek olacak bir
neslin yetişmesi için elbette peygamber Efendimizin böyle davranması
gerekecekti.
İşte bu bir peygamber tavrıdır, bir peygamber
ahlâkıdır. Bir örnek davranışıdır bu. Beni Rabbim terbiye etti ve
benim terbiyemi ne güzel yaptı buyuran bizzat Rabbimizin terbiyesinden geçen
Rasûlullah Efendimizin, örneğimizin ahlâkı işte böyle hep güzellik, hep
merhamet olup Allah’ın yardımıyla hep başarıya ulaştırıcı, güzel sonuçlar
tevlid edici bir örnekti. Kıyâmete kadar mü’minlere en güzel bir örnektir
Rasûlullah’ın ahlâkı.
Burada örneğimizin, pîşdârımızın bu
güzel davranışını, bu güzel ahlâkını bize arzeden Rabbimiz bize şunları
söylüyor: Ey Müslümanlar, ey her konuda kendilerine nümûne-i imtisâl olarak
sunduğum elçimi adım adım takip etmekle yükümlü olan peygamber yolunun
yolcuları, işte örneğinizin örnek ahlâkı. Sizler de onun gibi olun. Onun gibi davranın.
Hanımlarınıza karşı, kardeşlerinize karşı,
çevrenizdeki Müslümanlara karşı, işçilerinize, memurlarınıza karşı sizler de
böyle davranın. Sizler de peygamber ahlâkıyla ahlâklanın. Tüm çevrenize
karşı merhametli olun. Tüm çevrenizi Cennete götürücü bir tavır sergileyin.
Zinhar ne idare edenleriniz, ne idare edilenleriniz, ne zenginleriniz, ne
fakirleriniz, ne kadınlarınız, ne erkekleriniz peygamber ahlâkını bir tarafa
bırakıp böyle bir sınıf farkıyla birbirlerinizi değerlendirmeyin. Unutmayın ki
sizin tek değer yargınız iman olmalıdır, takva ve teslimiyet olmalıdır.
Evet, biriniz koca olabilir
Rasûlullah gibi, biriniz kadın olabilir Hz. Ayşe gibi. Biriniz patron olabilir
Ebu Bekir gibi, biriniz köle olabilir, işçi olabilir Bilal gibi. Biriniz
idareci olabilir Ömer gibi, biriniz tebaa olabilir Ebu Zer gibi. Ama unutmayın
ki Allah nazarında, kulluk noktasında bunlar arasında asla bir değer farkı
yoktur. Hepsi Allah’ın kuludur. Hepsi Adem’in çocuklarıdır ve hepsi de
topraktandır.
İşte Rabbimizin beyanından
anlıyoruz ki bizzat kendisinin terbiye ettiği Rasûlullah Efendimiz insanlara,
çevresindekilere son derece merhametli davrandı, müsamahalı davrandı, yumuşak
ve halim davrandı. Birlikte Allah’a kulluk yapmaya ve Allah’ın dinini
yüceltmenin kavgasını verdiği etrafındaki ashabına karşı iyi davrandı, onlara
kaba ve sert davranmadı. Hatalarından dolayı, sürçmelerinden dolayı onları
affetti, onlar adına istiğfarda bulundu. Arkadaşlarının yaptıklarından ötürü
Allah’tan özür diledi. Onlara değer verdi, onlarla iş konusunda, bu savaş
konusunda istişarede bulundu. Çünkü Rabbimiz ona bunu emrediyordu:
Ey peygamberim, onları affet,
onların kusurlarından ötürü istiğfarda bulun, kendin hakkındaki haklarını Allah’tan
bağışlamasını dile, iş konusunda onlarla daima müşavere et, daima onlarla
istişare ederek, onların görüşlerine müracaat ederek, kendilerine değer
verdiğini ortaya koyarak, bu din işinin, bu hayat programının kendi meseleleri
olduğunu, binaenaleyh kendi öz meselelerine sahip çıkıp, kafa yormaları, fikir
beyan etmeleri, katılımda bulunmaları konusunda, aklî güçlerini ortaya
çıkarmaları konusunda da onlara imkân hazırlayarak onlarla dayanışma içinde bir
hayat yaşa.
Ey peygamberim, Allah adına birlikte
yaşadığınız bir hayatın problemlerinden onları da haberdar et. Kararını onlarla
birlikte ver. Ama vereceğin tüm kararlarında, tüm hayat problemlerinin
çözümünde Allah’ın dini, Allah’ın arzuları hâkim olsun. Allah’ın kitabının
âyetleri doğrultusundan şaşma. Bir savaş kararı mı alacaksın? Bir barışa mı
karar vereceksin? Medine’de bir müdafaa savaşına mı karar verdin?
Arkadaşlarının arzusuyla bundan vazgeçip Uhut’ta düşmanı karşılamaya mı karar
verdin? Hangi konuda bir karar vermişsen artık verdiğin o kararında sebat et.
Bir şeye azmedip karar verdin mi sadece Rabbine tevekkül edip, sadece Rabbine
güvenip, dayanıp, ona sığınıp yürü. Çünkü kesinlikle bilesin ki Allah kendisine
güvenip, kendisine tevekkül edip, kendisini velî ve vekil bilip tüm işlerini
kendisine havale edenleri, yolunda yürüyenleri sever.
Daha önceki âyetlerde demeye
çalıştığımız gibi Rasûlullah Efendimiz Uhud savaşının başlangıcında ashabını
toplayarak bu konuyu onlarla istişare etmişti. Kendi fikrini açıklayıp onların
fikirlerini almıştı. Allah’ın Resûlü Medine’de kalıp gelmekte olan düşmana
karşı bir müdafaa savaşı vermeyi düşünüyordu. Ama istişare ettiği ashabı
arasında daha önce Bedir’de bulunamayıp düşmanla karşılaşmaya can atan, bir
meydan muharebesi için yanıp tutuşan gençler vardı. Bunlar ısrarla Uhud’a
gitmeyi, düşmanı şehrin dışında karşılamayı ve kahramanca bir savaşta
Rasûlullah’ın yüzünü aydın etmeyi istiyorlardı. Onların bu arzularında
ısrarlarını gören Allah’ın Resûlü kendi fikrinden vazgeçip onların bu arzusunu
kabul etti.
Sonra bu gençler Rasûlullah’ı
üzdüklerini, onun arzusuna muhalefet ettiklerini zannederek pişman oldular ve
gelip şöyle dediler: Ey Allah’ın Resûlü, sizin arzunuzun aksine bir şey
isteyerek galiba bizler hata ettik. Bu tavrımızdan ötürü bizi affet ve nasıl istersen
öylece yap. Biz sizinle beraberiz dediler. Allah’ın Resûlü artık kararını
vermişti. Buyurdu ki bir peygamber bir şeye karar verip azmetmişse, savaş için
zırhını giymişse artık zırhını çıkarmak, kararından dönmek ona yakışmaz dedi,
kararında azmetti, sebat etti, gitti Uhud’a, sonuna kadar direndi, dayandı
orada. Allah’a itimat edip, tevekkül edip savaş meydanında yerine çıkılmış gibi
bir adım bile geriye atmadı, kaçmadı. Büyük bir azim ve cesaretle bozguna
uğrayan, kaçmaya çalışan arkadaşlarının arasında ordusunu toparlamaya ve
kaçmalarına engel olmaya muvaffak oldu.
İşte bu onun Allah tarafından
kendisine kazandırılan ahlâkının savaş yönünü, azim ve cesaret yönünü, Allah’a
güveninin tam oluşundan dolayı kaçmayı aklının ucundan bile geçirmeme yönünü teşkil
ediyordu. O sadece Allaha güveniyor, sadece ona sığınıyor, kendisini sadece
onun koruyacağını bildiği Rabbine tevekkül ediyor, vekaletini ona veriyor ve
zaferi, yardımı ondan bekliyordu.
İşte daha önce ashabıyla istişare edip de bu
istişaresinin sonunda kendi fikrinden vazgeçip, onların isteklerine tabi olup,
orada da başına bunlar gelince artık ashabıyla müşavereden vazgeçme gibi
kalbinden bir duygunun geçmemesi, istişare ettiğine pişmanlık duymaması için
Rabbimiz burada açıkça müşavere emrini veriyordu. Hakkında Allah tarafından bir
âyet indirilmemiş konularda Allah’ın Resûlü mü’minlerle istişare etmeliydi.
Kesinlikle biliyoruz ki müşavere eden bir toplum en güzele, en doğruya ulaşmaya
muvaffak olur.
Kur'an Yolu Tefsiri
Kaba ve katı kalpli bir kimse
–başka bazı erdemlere sahip olsa da– muhataplarında nefret uyandırır; insanlar
böyle bir kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar.
İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan
(Enbiyâ 21/107) ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu bildirilen (Kalem 68/4) bir
Peygamber’in bu kötü vasıfları taşıması düşünülemez. İbn Atıyye’nin
kaydettiğine göre semavî kitaplarda Hz. Peygamber’in özellikleri anlatılırken
bu kötü sıfatları taşımadığı da vurgulanmıştır (I, 533). Burada görüldüğü gibi
Kur’an-ı Kerîm de aynı vurguyu yapmakta ve Hz. Peygamber’in uygulamalarının
bunun kanıtı olduğunu ifade buyurmaktadır. Şüphesiz bu âyet Hz. Peygamber’in
büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını, aksine şefkat ve merhametle
dolu olduğunu gösterir. O, Allah’ın kendisine lutfettiği bu özellikleri
sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı’nda emrine muhalefet ederek
İslâm ordusunun yenilmesine sebep olanlara ve müslümanları imha edilme
tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara merhametle muamele etmiştir.
Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert bir şekilde cezalandırsaydı,
çevresindekiler dağılıp giderlerdi.
İslâm’ın eğitim metotlarından biri de
affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu sebeple Allah 152.
âyette müminlerin Uhud Savaşı’ndaki hatalarını affettiğini ilân etmiş, burada
da Hz. Peygamber’e onları affetmesini, Allah tarafından bağışlanmaları için dua
etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber’in sahâbeye karşı yumuşak ve
merhametli davranması sahâbe üzerinde büyük bir etki göstermiştir. Nitekim Uhud
Savaşı’ndaki hataları affedilen sahâbîler bir daha böyle bir hata yapmamaya
gayret göstermiş ve girdiği bütün savaşlarda Hz. Peygamber’in ve
kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Hz.
Peygamber’in müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde
birçok kimsenin müslüman olduğu da rivayet edilmiştir (İbn Âşûr, IV, 145). Yüce
Allah ayrıca Hz. Peygamber’den bir konuda karar vermeden önce onu arkadaşlarına
danışmasını, onlarla tartışmasını ve istişare sonunda kararını verince artık
Allah’a güvenerek uygulamaya geçmesini emretmektedir.
Âyette “danış” anlamında zikredilen “şâvir”
kelimesi, müşavere masdarından türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere “arı kovanından bal almak, danışıp
görüş almak, işaret almak” gibi mânalara gelir; aynı kökten olan şûra ile eş
anlamlıdır. Terim
olarak müşâvere “herhangi bir iş hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda
görüş bildirebilecek kimselerin görüşlerine başvurmak, onlarla görüş
alış-verişinde bulunmak” demektir. Şûrâ
ise “yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken
istişarede bulunmasını ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde
bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûrâ “toplanıp görüş
alış-verişinde bulunan cemaat” anlamına gelir.
Burada “iş hakkında onlara danış”
şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygamber’in şahsında bütün ümmete ve özellikle
yöneticilere danışarak iş yapmaları emredilmiştir. Başka bir âyette de “İşleri
aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) buyurularak istişare ile hareket
etmek müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış, böylece müslüman
toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması gerektiği
belirtilmiştir.
Yüce Allah Hz. Peygamber’i İslâm’ı
yaşamak üzere örnek bir insan olarak gönderdiği gibi arkadaşlarının da sonraki
nesilleri yetiştirebilecek seviyede örnek bir toplum haline gelmelerini
istemiş, bu sebeple Hz. Peygamber’e onları en güzel bir şekilde yetiştirmesini
emretmiştir. Bu cümleden olarak onların şahsiyetlerine değer vermesini,
yönetimde onlarla istişare etmesini, onlara görev verip sorumluluk duygularının
gelişmesi için çaba göstermesini, hatalarını bağışlamasını, günahlarının affı
için dua etmesini emretmiştir. Böylece müslümanların hem Hz. Peygamber’e hem de
birbirlerine karşı sevgi ve saygıları daha da artarak birlik ve beraberlikleri
sağlanmış, münafıkların istismar edebilecekleri kapılar kapatılmıştır.
Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn
şahsî hayatlarında olduğu gibi, toplum ve devlet yönetimiyle ilgili meselelerde
de şûraya büyük önem vermişler, daima etraflarındaki müslümanların görüşlerini
alarak hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber vahiy dışındaki meselelerde özellikle savaş
konularında sahâbe ile istişare eder, tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi
görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun
pek çok örneği vardır. Bedir Savaşı’nda ordu için seçilecek karargâh konusunda
arkadaşlarıyla yaptığı istişarede sahâbeden birinin teklifini kabul etmiş ve
karargâhı onun işaret ettiği yere kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği
kararı da arkadaşlarıyla yaptığı istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı’nda da
sahâbe ile yaptığı istişare neticesinde kendi görüşüne aykırı olan çoğunluğun
görüşünü kabul ederek düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar
vermiştir. Hendek Savaşı’nda düşman ordusundaki bazı kabileleri savaştan
vazgeçirmek için Medine hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara
vermeyi düşünmüş, konuyu Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, “Bu çözüm
vahiyle bildirilmişse tabii ki itiraz etmeyiz. Fakat vahiy değilse müşriklik
dönemimizde bile haraç vermediğimiz insanlara şimdi Allah bizi İslâm’la
şereflendirdikten sonra haraç vermek istemeyiz” diyerek itiraz edince Hz.
Peygamber kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür (bk.
İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 404).
Sahâbe de istişareye ve halkın
fikrine büyük önem vermiştir. Onların bu tutumları sayesinde dönemlerinde
müslümanların şahsen veya grup halinde karşı görüşlerini belirtebildikleri veya
itiraz edebildikleri, bunun da yönetime olumlu katkılar sağladığı
görülmektedir. Hatta Hz. Ömer’in, savaşta esir edilen ve İslâmiyet’i kabul eden
Hürmüzân ile dahi istişare ettiği rivayet edilmiştir (Ateş, VIII, 205). Ancak
Emevîler’in yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte müslüman toplumlarda giderek
totaliter bir yönetim tarzının hâkim olması, şûra ve istişarenin çok sınırlı
bir çerçevede kalmasını sonuçlandırmıştır.
Başta yukarıda anılan âyetler olmak
üzere Kur’an’ın konuya ilişkin açıklamaları, Resûlullah ve sahâbenin
uygulamaları ışığında şûranın İslâm’ın öngördüğü sosyal düzenin ana
ilkelerinden olduğu sonucuna ulaşılmakla beraber, bunun kapsamı, şekli ve
bağlayıcılığı konularında İslâm bilginlerince farklı görüşler ileri
sürülmüştür.
Dinî literatürde ve özellikle kamu
hukuku alanında yazılan eserlerde şûranın önemli bir anayasal kurum olarak ele
alınması, müslüman toplumlarda mevcut fiilî duruma getirilen bir eleştiri veya
hukukun üstünlüğünün sağlanması, iktidarın yetkilerinin sınırlandırılması,
yönetimin temel ilke ve kurallarından ayrılmaması yönünde gösterilen gayretler
olarak görülebilir. Bu çerçevede, –müşavere emrinin bağlayıcı olup olmadığı
konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşlerde bulunsa da– devlet başkanının
etrafında ehlü’l-hal ve’l-akd veya ehlü’ş-şûrâ adıyla anılan adalet, bilgi,
aklı selim ve basiret sahibi kimselerin bulunması, devlet başkanının ve diğer
yöneticilerin bunlarla istişare etmesi ilke olarak benimsenip gerekli görülmüş,
ancak bu konuda ayrıntıya gidilmeyerek müslüman toplumların ve yönetimlerin
kendi dönem ve şartlarına uygun bir prosedür geliştirmesine imkân tanınmıştır.
Şûrada üyelerin görevi, kendi arzu
ve isteklerini ifade etmek değil naklî ve aklî deliller ışığında doğru çözümü
ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu çabada insan iradesi ve beşerî tercih unsuru
ortadan kaldırılmış olmamakla beraber, ilmin iradeye tâbi olmasıyla, iradenin
ilme tâbi olması arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bir başka anlatımla
şayet şûra ilmi ve delilleri öne çıkaran bir anlayış içinde cereyan etmezse,
artık müşavereden değil çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesinden söz
edilebilir.
Şûranın mahiyeti, şûra heyetinin
oluşum şekli, şûrada ulaşılan kanaatin bağlayıcılığı, şûra heyetinin görüşü ile
başkanının görüşü arasında farklılık bulunduğunda izlenecek metot gibi
konularda literatürde değişik açıklamalar bulunmaktadır. Bunlar İslâm
bilginlerinin naslar ve sahâbe tatbikatı ışığında kendi kültür, bilgi ve
deneyimlerinin ürünü olarak ortaya koydukları ictihadî sonuçlardır. Bu konuda
geliştirilen doktriner görüş ve öneriler temelde, müslüman toplumlarda
yönetimin Kur’an ve Sünnet’te vazedilen genel hukuk ilkelerine bağlı, kamuoyu
desteğine sahip adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim olmasını amaçlayan samimi
ve etkili çabalar olarak değerlendirilmelidir (şûra hakkında bilgi için bk.
Elmalılı, II, 1213-1216; Ya‘kūb Muhammed el-Mîlcî, Mebdeü’ş-şûrâ fî’l-İslâm;
Ali Bardakoğlu, “Şûrâ”, İFAV Ans., IV, 213-214).
Sözlükte “dayanmak, güvenmek, itimat etmek ve
işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak “bir
taraftan meşrû hedefe ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer
taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak” demektir.
Tevekkül eden kişiye mütevekkil denir. Kur’an-ı
Kerîm’de kırk âyette tevekkül ve aynı kökten fiil ve isimler geçmektedir. Bu
âyetlerde Allah’a sığınmak, O’na güvenip dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun
İslâm akîdesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu
sonucu olduğu vurgulanmaktadır (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/122; Mâide 5/11, 23;
Tevbe 9/51; Yûnus 10/84). Ancak bu iman ve teslimiyet, olaylar karşısında
kişinin kendisini ve alması gereken tedbiri ihmal etmesi anlamına gelmez.
Nitekim Râzî bu konuda şöyle der: “Tevekkül, bazı
cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle
olsaydı müşâvere emri ile tevekkül emri birbiri ile çelişirdi (biri diğerine
engel olurdu). Tevekkül, ‘insanın zâhirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat
kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah’ın korumasına dayanması’ demektir” (IX,
68). Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere
rağmen başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah’a samimi güven ve bu
güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. Bu konuda Elmalılı da
şöyle der: Fakat şunu unutmamak lâzım gelir ki tevekkül, görevin yerine
getirilmesini Allah’a havale etmek anlamına gelmez. Asıl tevekkül gereğini yaptıktan
sonra işi Allah’a bırakmaktır. Birçokları bu hususta gaflete düşerek tevekkülü,
“vazifeyi terketmek” sanırlar, yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini
Allah’a havale edip emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler.
Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad gibi görevleri yüce
Allah ona emredip yaptırmayacakmış da kulun emir ve havalesiyle onun yerine
bizzat kendisi yapıverecekmiş gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar ve
İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya, “Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada
oturacağız!” (Mâide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a
tevekkül ve itimat değil, O’nun emrine itimatsızlıktır, küfürdür (IV, 2567).
Görüldüğü gibi tevekkül yoksulluk,
uyuşukluk ve durgunluğun mazereti değil bir irade ve iman gücüdür. Nitekim şu
meâldeki âyetler bunu açık biçimde belirtmektedir: “Buna rağmen yüz
çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O’ndan başka tanrı yoktur, ben yalnız
O’na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir” (Tevbe 9/129), “Birtakım insanlar
onlara, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun’ dediler de bu,
onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ diye
cevap verdiler” (Âl-i İmrân 3/173).
Bu konudaki âyetler, Hz.
Peygamber’in söz ve uygulamalarıyla İslâm’ın bu iki temel kaynağını en iyi
anlayıp uygulayan sahâbîlerin hayatları bir bütün olarak değerlendirilecek
olursa, tevekkülün “hareket ve faaliyeti bırakmak, tedbiri ihmal etmek”
şeklinde yorumlanmasının İslâm diniyle ilgisi bulunmadığı kolayca anlaşılır.
Nitekim bir âyette “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder” (Necm 53/39)
buyurulmuştur. Hz. Peygamber de kuşların bile sabahın erken saatlerinde
yuvalarından ayrılarak akşamın karanlığına kadar Allah’ın kendileri için
yarattığı rızıklarını aradıklarını hatırlatarak (Müsned, I, 52) Allah’a gerçek
anlamda tevekkül etmenin “esbaba tevessül”ü (sebeplere sarılmayı)
gerektirdiğini anlatmak istemiştir. Devesini bağladıktan sonra mı yoksa onu
salarak mı tevekkül etmiş olacağını soran bedevîye hitaben de “Önce deveni
bağla, sonra Allah’a tevekkül et” (Tirmizî, “Kıyamet”, 60) buyurarak İslâm’ın
tevekkül anlayışını somut örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç
olarak değerlendiren ashâb-ı kirâm ise bu anlayış sayesinde daha İslâm’ın ilk
yüzyılı bitmeden İslâm dinini bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi ve
kıtaları fethetmeyi başarabilmişlerdir.
Tevekkül halinin önemli bir faydası
da gerekeni yaptıktan sonra kişinin kararlı, güvenli, huzurlu olmasını
sağlamasıdır; çünkü tevekkülün kavram çerçevesi içinde Allah’ın âdet ve
kanunlarına güvenmek de vardır (bilgi için bk. Ahmet Saim Kılavuz-Mustafa
Çağrıcı, “Tevekkül”, İFAV Ans., IV, 355-356).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:
1 Sayfa: 700-705
SEYYİD KUTUP Fi Zilalil Kuran Tefsiri :
159- Allah'tan gelen merhamet
sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın,
kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af
dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince artık
Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.
Bu bölümde yüce peygamberlik
gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa
ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve
selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların
etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel
tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum
hayatının dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü
bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra
ilkesinin yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle
uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında,
tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin
yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede
O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka
hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda;
ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin,
ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna
uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz
gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı
iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında,
ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az
sayıdaki ayette toplanmıştır:
"Allah'tan gelen merhamet
sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın,
kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af
dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık
Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a
ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları
karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih
etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik
düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık
göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az
kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna
rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak,
müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte
ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında
somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun
kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde
yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle
kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra
Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen
sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman
olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet
sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz
çevrenden uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın
rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece
yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler
birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli
üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi
atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir
yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey
beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen,
yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk
buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun
kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara
karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi
kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve
cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları
sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve
geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine
Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve
dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE ETME
"...Onları bağışla, kendileri
için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm
toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa,
yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet
için "şûra"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka
bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin
olduğunu vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme
yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak
değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil-
uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûra"
ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra
gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş
ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp
düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı
öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma
görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti.
Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte
biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı:
Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir
taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri
uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha
sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen
Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak
"Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin
dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi.
Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de
kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının
öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz
"şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak,
gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu
"şûra"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir
kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha
önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana
getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında;
Nebevî komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma yetkisine
sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip
insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve
onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya
başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya
alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını
düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını
bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata
işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun
bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar
önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını
sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey
kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi
kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve
eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından kaybedecektir.
Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten
alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip
eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik
hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması için Resulullah'ın
hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir
önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi, her yandan
düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm
ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli
durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına
engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan
bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde
"şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün
"şûra" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle,
müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve
beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz.
Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve
bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü
yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki
bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse
versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile
"şûra" ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü
bunların hiçbiri, pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun
bilincinde ve farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler.
Bizzat böyle bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri
için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler
getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında
meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer
etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep
olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç
mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu
ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer
tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek
görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler
arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûra"
ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a
güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.
"Ama karar verince artık
Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
"şûra"nın görevi, en
isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir.
İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter artık "uygulama"
fonksiyonu devreye girer.
Allah'a güvenip dayanarak
kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın
çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine
bağlar.
Resulullah, Rabbanî ve Nebevî
zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli
ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu.
"şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra
(sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim
etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı.
Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını
bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını
kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı
istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile
düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması
hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması
bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek
istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine
teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek
istiyordu. Onlara "şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra
tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer
olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez
tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip
"şûra"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve
kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:
"...Allah kendisine
dayananları sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının
sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu,
müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na
döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir.
Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin
büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.
Kuşkusuz, bu "Uhud"dan
çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil
için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin
yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve
bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini,
yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık
yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra
O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir:
"Eğer Allah size yardım ederse
sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim
yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
İslâm düşüncesinde, Allah'ın
kaderinin mutlak etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve
işlerinin sonucunun gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce
Allah'ın kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak
sonuçları doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır.
Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya
bırakmıştır. Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf
etmesini, gereken neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına
uygun sonucu meydana getirmektedir.
Böylece sonuçlar ve akıbetler,
Allah'ın dilemesine ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin
olmasına ve dilediği gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın
düşüncesiyle eylemi arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince
çalışır, çaba sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve
iradesine bağlanır.
Onun düşüncesinde, sonuçlarla
sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir işte Allah'ı zorunlu kılamaz.
İşte burada ayet-i kerime, savaşın
-hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve yenilgi konusunda
müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın
iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara yardım ederse kimse
onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü,
Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka güç ve O'nun
dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her olay O'ndan
kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış, müslümanları metodu
uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri yerine getirmek ve çaba
sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak
zorundadır müslüman:
"Müminler sadece Allah'a
dayansınlar."
Böylece müslümanın düşüncesi,
Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O, kalbini
doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar. Böylece zafer, korunma ve
sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların meydana
gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her işi hikmeti uyarınca
plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her ne şekilde
olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi içtenlikle kabul eder.
Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan
her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü bir dengedir.
https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/
linkinde yer alan hadisler:
Nu"mân b.
Beşîr"in naklettiğine göre
Resûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur:
“Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine
merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer
organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”
(M6586 Müslim, Birr, 66;
B6011 Buhârî, Edeb, 27)
***
Abdullah b. Amr, Hz.
Peygamber"e (sav) nispet ederek şunu nakletmiştir: “Merhametliler (var
ya!)... Rahmân, işte onlara merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler)
de size merhamet etsin.”
(D4941 Ebû Dâvûd, Edeb, 58;
T1924 Tirmizî, Birr, 16)
***
Ebû Hüreyre diyor ki: “Ebu"l-Kâsım"ı
(Hz. Peygamber"i) (sav) şöyle derken işittim: “Yalnızca şakî (bedbaht) olan kimse
merhametten yoksun bırakılır.”
(T1923 Tirmizî, Birr, 16;
D4942 Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
***
Cerîr b. Abdullah"ın
naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da
merhamet etmez.”
(B7376 Buhârî, Tevhîd, 2;
M6030 Müslim, Fedâil, 66)
***
Ebû Hüreyre"nin
işittiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah rahmeti yüz parçaya
ayırdı, doksan dokuz parçasını yanında tuttu, bir parçasını ise yeryüzüne
indirdi. İşte
bu bir parça (rahmet) sayesinde bütün mahlûklar birbirlerine merhametli
davranırlar. Hatta kısrak (yavrusunu emzirirken) basıp da ona zarar
verme korkusuyla ayağını (bu rahmetin eseriyle) kaldırır.”
Görüntülenme : 513
Turgut Kuzan ayet yorumu
Tevekkül nasıl olmalıdır?
Görüntülenme : 684
E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir
İletişim : Turgut Kuzan [email protected]
Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.
Bitişik Özne Zamirleri
(Merfû Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
وا | ا | | Gâib (Eril) |
تُمْ | تُمَا | تَ | Muhatab (Eril) |
تُنَّ | تُما | تِ | Muhataba (Dişil) |
نا | تُ | Mütekellim (Cinsiyet farkı yok) |
Bitişik Nesne Zamirleri
(Mansûb Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُ | Gâib |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Eril |
هُنَّ | هُما | ها | Gâibe |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Dişil |
كُمْ | كُمَا | كَ | Muhatab |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Eril |
كُنَّ | كُمَا | كِ | Muhataba |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Dişil |
نَا | ي | Mütekellim | |
bizi, bizim | beni, benim | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Özne Zamirleri
(Merfû Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُو | Gâib |
Onlar | O ikisi | O | Eril |
هُنَّ | هُمَا | هِيَ | Gâibe |
Onlar | O ikisi | O | Dişil |
أَنْتُمْ | أَنْتُمَا | أَنْتَ | Muhatab |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Eril |
أَنْتُنَّ | أَنْتُمَا | أَنْتِ | Muhataba |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Dişil |
نَحْنُ | أَنا | Mütekellim | |
Biz | Ben | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Nesne Zamirleri
(Mansûb Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
إيّاهُمْ | إيّاهُا | إيّاه | Gâib |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, ona | Eril |
إيّاهُنّ | إيّاهُا | إيّاها | Gâibe |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, Ona | Dişil |
إيّاكُمْ | إيّاكُمَا | إيّاكَ | Muhatab |
Sizleri, sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Eril |
إيّاكُنَّ | إيّاكُمَا | إيّاكِ | Muhataba |
Sizleri sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Dişil |
إيّانا | إيّاي | Mütekellim | |
Bizi, bizeَ | Beni, bana | Cinsiyet farkı yok |
Tümünü seç | Tümünü sil | Boşluk |
ـا | ـا | ا | ا |
ـب | ـبـ | بـ | ب |
ـت | ـتـ | تـ | ت |
ـث | ـثـ | ثـ | ث |
ـج | ـجـ | جـ | ج |
ـح | ـحـ | حـ | ح |
ـخ | ـخـ | خـ | خ |
ـد | ـد | د | د |
ـذ | ـذ | ذ | ذ |
ـر | ـر | ر | ر |
ـز | ـز | ز | ز |
ـس | ـسـ | سـ | س |
ـش | ـشـ | شـ | ش |
ـص | ـصـ | صـ | ص |
ـض | ـضـ | ضـ | ض |
ـط | ـطـ | طـ | ط |
ـظ | ـظـ | ظـ | ظ |
ـع | ـعـ | عـ | ع |
ـغ | ـغـ | غـ | غ |
ـف | ـفـ | فـ | ف |
ـق | ـقـ | قـ | ق |
ـك | ـكـ | كـ | ك |
ـل | ـلـ | لـ | ل |
ـم | ـمـ | مـ | م |
ـن | ـنـ | نـ | ن |
ـو | ـو | و | و |
ـه | ـهـ | هـ | هـ |
ـلا | ـلا | لا | لا |
ـي | ـيـ | يـ | ي |