فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
3|159|Allah tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.

Turgut Kuzan ayet yorumu

Rabbimizin merhametli ve yumuşak huylu olun EMRİ

Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerimize olsun. 

Âl-i İmrân Suresi 159. Ayet meali:

Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.

Besairu'l Kur'an Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamanın bir kısmı:

159. “Allah'ın rahmetinden dolayı, ey Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.”

Ey peygamberim, Allah’tan bir rahmetle, Allah’tan bir rahmet sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Allah’ın yardımı ve yol göstermesiyle onlara merhametli, müsamahalı, şefkatli davrandın. Eğer sen onlara karşı sert, haşin, katı kalpli davransaydın, onlara karşı anlayışsız, kaba olsaydın muhakkak ki onlar seni terk edip etrafından dağılıp giderlerdi. Kıyâmete kadar tüm insanlara, tüm toplumlara örnek olacak bir neslin yetişmesi için elbette peygamber Efendimizin böyle davranması gerekecekti.

İşte bu bir peygamber tavrıdır, bir peygamber ahlâkıdır. Bir örnek davranışıdır bu. Beni Rabbim terbiye etti ve benim terbiyemi ne güzel yaptı buyuran bizzat Rabbimizin terbiyesinden geçen Rasûlullah Efendimizin, örneğimizin ahlâkı işte böyle hep güzellik, hep merhamet olup Allah’ın yardımıyla hep başarıya ulaştırıcı, güzel sonuçlar tevlid edici bir örnekti. Kıyâmete kadar mü’minlere en güzel bir örnektir Rasûlullah’ın ahlâkı.

Burada örneğimizin, pîşdârımızın bu güzel davranışını, bu güzel ahlâkını bize arzeden Rabbimiz bize şunları söylüyor: Ey Müslümanlar, ey her konuda kendilerine nümûne-i imtisâl olarak sunduğum elçimi adım adım takip etmekle yükümlü olan peygamber yolunun yolcuları, işte örneğinizin örnek ahlâkı. Sizler de onun gibi olun. Onun gibi davranın.

 

Hanımlarınıza karşı, kardeşlerinize karşı, çevrenizdeki Müslümanlara karşı, işçilerinize, memurlarınıza karşı sizler de böyle davranın. Sizler de peygamber ahlâkıyla ahlâklanın. Tüm çevrenize karşı merhametli olun. Tüm çevrenizi Cennete götürücü bir tavır sergileyin. Zinhar ne idare edenleriniz, ne idare edilenleriniz, ne zenginleriniz, ne fakirleriniz, ne kadınlarınız, ne erkekleriniz peygamber ahlâkını bir tarafa bırakıp böyle bir sınıf farkıyla birbirlerinizi değerlendirmeyin. Unutmayın ki sizin tek değer yargınız iman olmalıdır, takva ve teslimiyet olmalıdır.

Evet, biriniz koca olabilir Rasûlullah gibi, biriniz kadın olabilir Hz. Ayşe gibi. Biriniz patron olabilir Ebu Bekir gibi, biriniz köle olabilir, işçi olabilir Bilal gibi. Biriniz idareci olabilir Ömer gibi, biriniz tebaa olabilir Ebu Zer gibi. Ama unutmayın ki Allah nazarında, kulluk noktasında bunlar arasında asla bir değer farkı yoktur. Hepsi Allah’ın kuludur. Hepsi Adem’in çocuklarıdır ve hepsi de topraktandır.

İşte Rabbimizin beyanından anlıyoruz ki bizzat kendisinin terbiye ettiği Rasûlullah Efendimiz insanlara, çevresindekilere son derece merhametli davrandı, müsamahalı davrandı, yumuşak ve halim davrandı. Birlikte Allah’a kulluk yapmaya ve Allah’ın dinini yüceltmenin kavgasını verdiği etrafındaki ashabına karşı iyi davrandı, onlara kaba ve sert davranmadı. Hatalarından dolayı, sürçmelerinden dolayı onları affetti, onlar adına istiğfarda bulundu. Arkadaşlarının yaptıklarından ötürü Allah’tan özür diledi. Onlara değer verdi, onlarla iş konusunda, bu savaş konusunda istişarede bulundu. Çünkü Rabbimiz ona bunu emrediyordu:

Ey peygamberim, onları affet, onların kusurlarından ötürü istiğfarda bulun, kendin hakkındaki haklarını Allah’tan bağışlamasını dile, iş konusunda onlarla daima müşavere et, daima onlarla istişare ederek, onların görüşlerine müracaat ederek, kendilerine değer verdiğini ortaya koyarak, bu din işinin, bu hayat programının kendi meseleleri olduğunu, binaenaleyh kendi öz meselelerine sahip çıkıp, kafa yormaları, fikir beyan etmeleri, katılımda bulunmaları konusunda, aklî güçlerini ortaya çıkarmaları konusunda da onlara imkân hazırlayarak onlarla dayanışma içinde bir hayat yaşa.

Ey peygamberim, Allah adına birlikte yaşadığınız bir hayatın problemlerinden onları da haberdar et. Kararını onlarla birlikte ver. Ama vereceğin tüm kararlarında, tüm hayat problemlerinin çözümünde Allah’ın dini, Allah’ın arzuları hâkim olsun. Allah’ın kitabının âyetleri doğrultusundan şaşma. Bir savaş kararı mı alacaksın? Bir barışa mı karar vereceksin? Medine’de bir müdafaa savaşına mı karar verdin? Arkadaşlarının arzusuyla bundan vazgeçip Uhut’ta düşmanı karşılamaya mı karar verdin? Hangi konuda bir karar vermişsen artık verdiğin o kararında sebat et. Bir şeye azmedip karar verdin mi sadece Rabbine tevekkül edip, sadece Rabbine güvenip, dayanıp, ona sığınıp yürü. Çünkü kesinlikle bilesin ki Allah kendisine güvenip, kendisine tevekkül edip, kendisini velî ve vekil bilip tüm işlerini kendisine havale edenleri, yolunda yürüyenleri sever.

Daha önceki âyetlerde demeye çalıştığımız gibi Rasûlullah Efendimiz Uhud savaşının başlangıcında ashabını toplayarak bu konuyu onlarla istişare etmişti. Kendi fikrini açıklayıp onların fikirlerini almıştı. Allah’ın Resûlü Medine’de kalıp gelmekte olan düşmana karşı bir müdafaa savaşı vermeyi düşünüyordu. Ama istişare ettiği ashabı arasında daha önce Bedir’de bulunamayıp düşmanla karşılaşmaya can atan, bir meydan muharebesi için yanıp tutuşan gençler vardı. Bunlar ısrarla Uhud’a gitmeyi, düşmanı şehrin dışında karşılamayı ve kahramanca bir savaşta Rasûlullah’ın yüzünü aydın etmeyi istiyorlardı. Onların bu arzularında ısrarlarını gören Allah’ın Resûlü kendi fikrinden vazgeçip onların bu arzusunu kabul etti.

Sonra bu gençler Rasûlullah’ı üzdüklerini, onun arzusuna muhalefet ettiklerini zannederek pişman oldular ve gelip şöyle dediler: Ey Allah’ın Resûlü, sizin arzunuzun aksine bir şey isteyerek galiba bizler hata ettik. Bu tavrımızdan ötürü bizi affet ve nasıl istersen öylece yap. Biz sizinle beraberiz dediler. Allah’ın Resûlü artık kararını vermişti. Buyurdu ki bir peygamber bir şeye karar verip azmetmişse, savaş için zırhını giymişse artık zırhını çıkarmak, kararından dönmek ona yakışmaz dedi, kararında azmetti, sebat etti, gitti Uhud’a, sonuna kadar direndi, dayandı orada. Allah’a itimat edip, tevekkül edip savaş meydanında yerine çıkılmış gibi bir adım bile geriye atmadı, kaçmadı. Büyük bir azim ve cesaretle bozguna uğrayan, kaçmaya çalışan arkadaşlarının arasında ordusunu toparlamaya ve kaçmalarına engel olmaya muvaffak oldu.

İşte bu onun Allah tarafından kendisine kazandırılan ahlâkının savaş yönünü, azim ve cesaret yönünü, Allah’a güveninin tam oluşundan dolayı kaçmayı aklının ucundan bile geçirmeme yönünü teşkil ediyordu. O sadece Allaha güveniyor, sadece ona sığınıyor, kendisini sadece onun koruyacağını bildiği Rabbine tevekkül ediyor, vekaletini ona veriyor ve zaferi, yardımı ondan bekliyordu.

İşte daha önce ashabıyla istişare edip de bu istişaresinin sonunda kendi fikrinden vazgeçip, onların isteklerine tabi olup, orada da başına bunlar gelince artık ashabıyla müşavereden vazgeçme gibi kalbinden bir duygunun geçmemesi, istişare ettiğine pişmanlık duymaması için Rabbimiz burada açıkça müşavere emrini veriyordu. Hakkında Allah tarafından bir âyet indirilmemiş konularda Allah’ın Resûlü mü’minlerle istişare etmeliydi. Kesinlikle biliyoruz ki müşavere eden bir toplum en güzele, en doğruya ulaşmaya muvaffak olur.

Kur'an Yolu Tefsiri

Kaba ve katı kalpli bir kimse –başka bazı erdemlere sahip olsa da– muhataplarında nefret uyandırır; insanlar böyle bir kimseyi dinlemek istemezler veya onun arkadaşlığına katlanamazlar. İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan (Enbiyâ 21/107) ve yüce bir ahlâk üzere bulunduğu bildirilen (Kalem 68/4) bir Peygamber’in bu kötü vasıfları taşıması düşünülemez. İbn Atıyye’nin kaydettiğine göre semavî kitaplarda Hz. Peygamber’in özellikleri anlatılırken bu kötü sıfatları taşımadığı da vurgulanmıştır (I, 533). Burada görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerîm de aynı vurguyu yapmakta ve Hz. Peygamber’in uygulamalarının bunun kanıtı olduğunu ifade buyurmaktadır. Şüphesiz bu âyet Hz. Peygamber’in büyüklüğünü, yüksek ahlâkını ve yüreğinin katı olmadığını, aksine şefkat ve merhametle dolu olduğunu gösterir. O, Allah’ın kendisine lutfettiği bu özellikleri sayesinde arkadaşlarına, özellikle Uhud Savaşı’nda emrine muhalefet ederek İslâm ordusunun yenilmesine sebep olanlara ve müslümanları imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya getirmiş bulunanlara merhametle muamele etmiştir. Eğer onlara karşı katı davransaydı ve onları sert bir şekilde cezalandırsaydı, çevresindekiler dağılıp giderlerdi.

İslâm’ın eğitim metotlarından biri de affetmektir. Yerine göre af, cezadan daha etkili olur. Bu sebeple Allah 152. âyette müminlerin Uhud Savaşı’ndaki hatalarını affettiğini ilân etmiş, burada da Hz. Peygamber’e onları affetmesini, Allah tarafından bağışlanmaları için dua etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber’in sahâbeye karşı yumuşak ve merhametli davranması sahâbe üzerinde büyük bir etki göstermiştir. Nitekim Uhud Savaşı’ndaki hataları affedilen sahâbîler bir daha böyle bir hata yapmamaya gayret göstermiş ve girdiği bütün savaşlarda Hz. Peygamber’in ve kumandanlarının emirlerine titizlikle uyarak zaferler kazanmışlardır. Hz. Peygamber’in müslümanlara karşı bu şekilde merhametli davranması neticesinde birçok kimsenin müslüman olduğu da rivayet edilmiştir (İbn Âşûr, IV, 145). Yüce Allah ayrıca Hz. Peygamber’den bir konuda karar vermeden önce onu arkadaşlarına danışmasını, onlarla tartışmasını ve istişare sonunda kararını verince artık Allah’a güvenerek uygulamaya geçmesini emretmektedir.

Âyette “danış” anlamında zikredilen “şâvir” kelimesi, müşavere masdarından türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere “arı kovanından bal almak, danışıp görüş almak, işaret almak” gibi mânalara gelir; aynı kökten olan şûra ile eş anlamlıdır. Terim olarak müşâvere “herhangi bir iş hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda görüş bildirebilecek kimselerin görüşlerine başvurmak, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak” demektir. Şûrâ ise “yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken istişarede bulunmasını ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûrâ “toplanıp görüş alış-verişinde bulunan cemaat” anlamına gelir.

Burada “iş hakkında onlara danış” şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygamber’in şahsında bütün ümmete ve özellikle yöneticilere danışarak iş yapmaları emredilmiştir. Başka bir âyette de “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) buyurularak istişare ile hareket etmek müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış, böylece müslüman toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması gerektiği belirtilmiştir.

 

Yüce Allah Hz. Peygamber’i İslâm’ı yaşamak üzere örnek bir insan olarak gönderdiği gibi arkadaşlarının da sonraki nesilleri yetiştirebilecek seviyede örnek bir toplum haline gelmelerini istemiş, bu sebeple Hz. Peygamber’e onları en güzel bir şekilde yetiştirmesini emretmiştir. Bu cümleden olarak onların şahsiyetlerine değer vermesini, yönetimde onlarla istişare etmesini, onlara görev verip sorumluluk duygularının gelişmesi için çaba göstermesini, hatalarını bağışlamasını, günahlarının affı için dua etmesini emretmiştir. Böylece müslümanların hem Hz. Peygamber’e hem de birbirlerine karşı sevgi ve saygıları daha da artarak birlik ve beraberlikleri sağlanmış, münafıkların istismar edebilecekleri kapılar kapatılmıştır.

 

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn şahsî hayatlarında olduğu gibi, toplum ve devlet yönetimiyle ilgili meselelerde de şûraya büyük önem vermişler, daima etraflarındaki müslümanların görüşlerini alarak hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber vahiy dışındaki meselelerde özellikle savaş konularında sahâbe ile istişare eder, tartışır, sonra karar verirdi. Kararında kendi görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun görüşünü ve doğru olanı kabul ederdi. Bunun pek çok örneği vardır. Bedir Savaşı’nda ordu için seçilecek karargâh konusunda arkadaşlarıyla yaptığı istişarede sahâbeden birinin teklifini kabul etmiş ve karargâhı onun işaret ettiği yere kurmuştur. Bedir esirleri hakkında verdiği kararı da arkadaşlarıyla yaptığı istişare sonunda vermiştir. Uhud Savaşı’nda da sahâbe ile yaptığı istişare neticesinde kendi görüşüne aykırı olan çoğunluğun görüşünü kabul ederek düşmanla Medine dışında meydan savaşı yapmaya karar vermiştir. Hendek Savaşı’nda düşman ordusundaki bazı kabileleri savaştan vazgeçirmek için Medine hurmalıklarının yıllık gelirinden bir miktarını onlara vermeyi düşünmüş, konuyu Medineli sahâbîlere danıştığında onlar, “Bu çözüm vahiyle bildirilmişse tabii ki itiraz etmeyiz. Fakat vahiy değilse müşriklik dönemimizde bile haraç vermediğimiz insanlara şimdi Allah bizi İslâm’la şereflendirdikten sonra haraç vermek istemeyiz” diyerek itiraz edince Hz. Peygamber kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, II, 69; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 404).

 

Sahâbe de istişareye ve halkın fikrine büyük önem vermiştir. Onların bu tutumları sayesinde dönemlerinde müslümanların şahsen veya grup halinde karşı görüşlerini belirtebildikleri veya itiraz edebildikleri, bunun da yönetime olumlu katkılar sağladığı görülmektedir. Hatta Hz. Ömer’in, savaşta esir edilen ve İslâmiyet’i kabul eden Hürmüzân ile dahi istişare ettiği rivayet edilmiştir (Ateş, VIII, 205). Ancak Emevîler’in yönetimi ele geçirmeleriyle birlikte müslüman toplumlarda giderek totaliter bir yönetim tarzının hâkim olması, şûra ve istişarenin çok sınırlı bir çerçevede kalmasını sonuçlandırmıştır.

 

Başta yukarıda anılan âyetler olmak üzere Kur’an’ın konuya ilişkin açıklamaları, Resûlullah ve sahâbenin uygulamaları ışığında şûranın İslâm’ın öngördüğü sosyal düzenin ana ilkelerinden olduğu sonucuna ulaşılmakla beraber, bunun kapsamı, şekli ve bağlayıcılığı konularında İslâm bilginlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür.

 

Dinî literatürde ve özellikle kamu hukuku alanında yazılan eserlerde şûranın önemli bir anayasal kurum olarak ele alınması, müslüman toplumlarda mevcut fiilî duruma getirilen bir eleştiri veya hukukun üstünlüğünün sağlanması, iktidarın yetkilerinin sınırlandırılması, yönetimin temel ilke ve kurallarından ayrılmaması yönünde gösterilen gayretler olarak görülebilir. Bu çerçevede, –müşavere emrinin bağlayıcı olup olmadığı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşlerde bulunsa da– devlet başkanının etrafında ehlü’l-hal ve’l-akd veya ehlü’ş-şûrâ adıyla anılan adalet, bilgi, aklı selim ve basiret sahibi kimselerin bulunması, devlet başkanının ve diğer yöneticilerin bunlarla istişare etmesi ilke olarak benimsenip gerekli görülmüş, ancak bu konuda ayrıntıya gidilmeyerek müslüman toplumların ve yönetimlerin kendi dönem ve şartlarına uygun bir prosedür geliştirmesine imkân tanınmıştır.

 

Şûrada üyelerin görevi, kendi arzu ve isteklerini ifade etmek değil naklî ve aklî deliller ışığında doğru çözümü ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bu çabada insan iradesi ve beşerî tercih unsuru ortadan kaldırılmış olmamakla beraber, ilmin iradeye tâbi olmasıyla, iradenin ilme tâbi olması arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bir başka anlatımla şayet şûra ilmi ve delilleri öne çıkaran bir anlayış içinde cereyan etmezse, artık müşavereden değil çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesinden söz edilebilir.

 

Şûranın mahiyeti, şûra heyetinin oluşum şekli, şûrada ulaşılan kanaatin bağlayıcılığı, şûra heyetinin görüşü ile başkanının görüşü arasında farklılık bulunduğunda izlenecek metot gibi konularda literatürde değişik açıklamalar bulunmaktadır. Bunlar İslâm bilginlerinin naslar ve sahâbe tatbikatı ışığında kendi kültür, bilgi ve deneyimlerinin ürünü olarak ortaya koydukları ictihadî sonuçlardır. Bu konuda geliştirilen doktriner görüş ve öneriler temelde, müslüman toplumlarda yönetimin Kur’an ve Sünnet’te vazedilen genel hukuk ilkelerine bağlı, kamuoyu desteğine sahip adaletli ve hakkaniyetli bir yönetim olmasını amaçlayan samimi ve etkili çabalar olarak değerlendirilmelidir (şûra hakkında bilgi için bk. Elmalılı, II, 1213-1216; Ya‘kūb Muhammed el-Mîlcî, Mebdeü’ş-şûrâ fî’l-İslâm; Ali Bardakoğlu, “Şûrâ”, İFAV Ans., IV, 213-214).

 

Sözlükte “dayanmak, güvenmek, itimat etmek ve işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak “bir taraftan meşrû hedefe ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak” demektir. Tevekkül eden kişiye mütevekkil denir. Kur’an-ı Kerîm’de kırk âyette tevekkül ve aynı kökten fiil ve isimler geçmektedir. Bu âyetlerde Allah’a sığınmak, O’na güvenip dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun İslâm akîdesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu sonucu olduğu vurgulanmaktadır (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/122; Mâide 5/11, 23; Tevbe 9/51; Yûnus 10/84). Ancak bu iman ve teslimiyet, olaylar karşısında kişinin kendisini ve alması gereken tedbiri ihmal etmesi anlamına gelmez. Nitekim Râzî bu konuda şöyle der: “Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşâvere emri ile tevekkül emri birbiri ile çelişirdi (biri diğerine engel olurdu). Tevekkül, ‘insanın zâhirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah’ın korumasına dayanması’ demektir” (IX, 68). Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, bütün güçlüklere rağmen başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah’a samimi güven ve bu güvenin verdiği tükenmez ümidin iman halini alışıdır. Bu konuda Elmalılı da şöyle der: Fakat şunu unutmamak lâzım gelir ki tevekkül, görevin yerine getirilmesini Allah’a havale etmek anlamına gelmez. Asıl tevekkül gereğini yaptıktan sonra işi Allah’a bırakmaktır. Birçokları bu hususta gaflete düşerek tevekkülü, “vazifeyi terketmek” sanırlar, yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havale edip emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad gibi görevleri yüce Allah ona emredip yaptırmayacakmış da kulun emir ve havalesiyle onun yerine bizzat kendisi yapıverecekmiş gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar ve İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya, “Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” (Mâide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve itimat değil, O’nun emrine itimatsızlıktır, küfürdür (IV, 2567).

 

Görüldüğü gibi tevekkül yoksulluk, uyuşukluk ve durgunluğun mazereti değil bir irade ve iman gücüdür. Nitekim şu meâldeki âyetler bunu açık biçimde belirtmektedir: “Buna rağmen yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O’ndan başka tanrı yoktur, ben yalnız O’na güvenip dayanırım; O, büyük arşın sahibidir” (Tevbe 9/129), “Birtakım insanlar onlara, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, onlardan korkun’ dediler de bu, onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ diye cevap verdiler” (Âl-i İmrân 3/173).

 

Bu konudaki âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarıyla İslâm’ın bu iki temel kaynağını en iyi anlayıp uygulayan sahâbîlerin hayatları bir bütün olarak değerlendirilecek olursa, tevekkülün “hareket ve faaliyeti bırakmak, tedbiri ihmal etmek” şeklinde yorumlanmasının İslâm diniyle ilgisi bulunmadığı kolayca anlaşılır. Nitekim bir âyette “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder” (Necm 53/39) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de kuşların bile sabahın erken saatlerinde yuvalarından ayrılarak akşamın karanlığına kadar Allah’ın kendileri için yarattığı rızıklarını aradıklarını hatırlatarak (Müsned, I, 52) Allah’a gerçek anlamda tevekkül etmenin “esbaba tevessül”ü (sebeplere sarılmayı) gerektirdiğini anlatmak istemiştir. Devesini bağladıktan sonra mı yoksa onu salarak mı tevekkül etmiş olacağını soran bedevîye hitaben de “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” (Tirmizî, “Kıyamet”, 60) buyurarak İslâm’ın tevekkül anlayışını somut örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç olarak değerlendiren ashâb-ı kirâm ise bu anlayış sayesinde daha İslâm’ın ilk yüzyılı bitmeden İslâm dinini bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi ve kıtaları fethetmeyi başarabilmişlerdir.

 

Tevekkül halinin önemli bir faydası da gerekeni yaptıktan sonra kişinin kararlı, güvenli, huzurlu olmasını sağlamasıdır; çünkü tevekkülün kavram çerçevesi içinde Allah’ın âdet ve kanunlarına güvenmek de vardır (bilgi için bk. Ahmet Saim Kılavuz-Mustafa Çağrıcı, “Tevekkül”, İFAV Ans., IV, 355-356).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 700-705

SEYYİD KUTUP Fi Zilalil Kuran Tefsiri :

159- Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.

Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.

Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette toplanmıştır:

"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."

Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.

"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."

Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla dolmasın.

Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için hatırlatmaktadır.

İSTİŞARE ETME

"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al." "Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.

Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.

Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.

En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...

İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra" ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri, pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.

"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."

Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.

Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.

"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."

"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer.

Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine bağlar.

Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı. Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:

"...Allah kendisine dayananları sever..."

Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.

Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.

Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir:

"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."

İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve işlerinin sonucunun gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak sonuçları doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır. Ve yüce Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya bırakmıştır. Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına uygun sonucu meydana getirmektedir.

Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına ve dilediği gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle eylemi arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine bağlanır.

Onun düşüncesinde, sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir işte Allah'ı zorunlu kılamaz.

İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış, müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:

"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."

Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar. Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her işi hikmeti uyarınca plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi içtenlikle kabul eder.

Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü bir dengedir.

https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/ linkinde yer alan hadisler:         

Nu"mân b. Beşîr"in naklettiğine göre

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.

(M6586 Müslim, Birr, 66; B6011 Buhârî, Edeb, 27)

***

Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber"e (sav) nispet ederek şunu nakletmiştir: “Merhametliler (var ya!)... Rahmân, işte onlara merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin.

(D4941 Ebû Dâvûd, Edeb, 58; T1924 Tirmizî, Birr, 16)

***

Ebû Hüreyre diyor ki: “Ebu"l-Kâsım"ı (Hz. Peygamber"i) (sav) şöyle derken işittim: “Yalnızca şakî (bedbaht) olan kimse merhametten yoksun bırakılır.

(T1923 Tirmizî, Birr, 16; D4942 Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

***

Cerîr b. Abdullah"ın naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.

(B7376 Buhârî, Tevhîd, 2; M6030 Müslim, Fedâil, 66)

***

Ebû Hüreyre"nin işittiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını yanında tuttu, bir parçasını ise yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça (rahmet) sayesinde bütün mahlûklar birbirlerine merhametli davranırlar. Hatta kısrak (yavrusunu emzirirken) basıp da ona zarar verme korkusuyla ayağını (bu rahmetin eseriyle) kaldırır.”

 (B6000 Buhârî, Edeb,19)

Görüntülenme : 513


Turgut Kuzan ayet yorumu

Tevekkül nasıl olmalıdır?

TEVEKKÜL BÖYLE Mİ OLUR? 

Büyük velilerden Şakik Belhi (VIII. yyıl) bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır oynadığına şahit oldu. Yanına yaklaştı ve sordu: 
- Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi: 
- Herkesten bana ne? Benim için bir tehlike söz konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her ihtiyacımız o köylerden sağlanıyor. 
Bu açıklama Şakik´i adeta bir şamar gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı endişe içindeydi. Ama köle onu uyandırdı ve kendi kendine şöyle dedi: 
- Hey Şakik kendine gel! Şu köle nihayet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet içinde hissediyor.
Sen ki bütün canlıların rızkını garanti eden Allah´a inanıyor, tevekkül ediyorsun, Bu nice tevekküldür ki rızık endişesi içindesin? 

Görüntülenme : 684


E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İletişim : Turgut Kuzan [email protected]

Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.