وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
2|48|Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.

Turgut Kuzan ayet yorumu

Şefaat ne zaman kabul edilmez ve kimler içindir?

Şefaat ne zaman kabul edilmez ve kimler içindir?

Ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:

1-    Müfessirlerin kaydettiklerine göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: ''İsrail oğulları: ''Bizler Allah'ın oğulları, dostları ve peygamberlerinin çocuklarıyız ve babalarımız bize şefaatçi olacaklardır." diyorlardı. Allah Tealâ da onlara, kıyamet günü onlardan fidyenin de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirdi.''

2-     Bir rivayette de onların "Bizler Allah'ın dostu olan İbrahim'in evlâtlarıyız. O, Allah'ın rızası için kesmeye yatırdığı İshak'ın babasıdır. Bize şefaat eder ve bizi azâbdan kurtarır." dedikleri, babaları ile kimi kastettikleri açık olarak belirtilmiştir.

 

Diyanet İşleri Başkanlığı (Kur'an Yolu) Kur’ân-ı Kerîm Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:

Şefaat “bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması” anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak dileklerini ifade etmektedir. Mu‘tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefaat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefaatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefaat edilebileceğini savunurlar (genişbilgi için bk. Râzî, III, 55-66). Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).

Kur’an’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur’an-ı Kerîm’de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur’an’ın şefaat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefaat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’an’ın tövbelerin kabul buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslah edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir. İşte, peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabul etmemekte ve Hz. Muhammed’e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 119-120

Seyyid Kutub’un (ö. 1966) (FÎ ZILÂLİ’l-KUR’ÂN) Kur’ân-ı Kerîm Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:

"O gün hiç kimse başkasının yerine birşey ödeyemez:." Sorumluluk ferdidir, hesaplaşma kişiseldir, herkes kendinden sorumludur, hiç kimse başkasını kurtaramaz. Bu, çok önemli bir İslâmî ilkedir... İnsan iradesi ile iyiyi kötüden ayırdetme yeteneğine dayanan ve yüce Allah'ın mutlak adaletini içeren ferdi sorumluluk ilkesidir bu.. Bu ilke bir yandan insanı onurlu konumunun bilincine erdirir, öte yandan da insanın vicdanını sürekli biçimde uyanık tutar. Ki, insan eğitiminde, ruh terbiyesinde bu faktörlerin her ikisi de son derece önemli rol oynarlar. Ferdi sorumluluk ilkesi, bu pratik yararından ziyade, İslâm'ın yüce değerleriyle bütünleştiğinde insanı diğer canlılardan üstün kılan en önemli insani değerdir. Şimdi de ayetin devamını okuyalım: "(O gün) Hiç kimseden aracılık kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz." Yani o gün iman ve iyi amelle birlikte Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar getirmeyeceği gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden fidye de alınmaz... Ve ayetin son kısmı: "(O gün) hiç kimse başkalarından yardım görmez." Yani o gün insanları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir yardımcı bulunamaz. Burada başkasının yerine hiçbir ödeme yapamayacak, aracılığı kabul edilmeyecek ve fidye önerisine red karşılığı verilecek olan bütün insanlar birarada düşünüldüğü için çoğul sığası kullanıldı. Ayrıca genellik anlamı versin diye, ayetin ilk üç cümleciğinde kullanılan ikinci şahıslı ifade biçiminden üçüncü şahıslı ifade biçimine geçiliyor. Buna göre bu ilke; ayete muhatap olan ve olmayan tüm insanlar için geçerli, genel bir ilkedir.

Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî’nin (ö. 671/1273) Kur’ân-ı Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:

Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün:

"Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğundaki emir tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir, söz konusu gün, Kıyamet günüdür.

"Kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğu, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azabı bertaraf edemez, demektir. “” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi ( v) harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır. ( v-) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir:

"Sözde durmamak insanlar arasında bir utançtır

Hür bir kimse ise (kaçan düşmanın) topukları ile yetinir."

Hz. Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir:

"Suyu suya döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek istiyor ki, sen suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur.

Sahih hadiste de Ebû Burde b. Niyar'dan, gelen rivayette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli olmayacaktır."

Buna göre âyet-i kerimede geçen "faydası olamaz" buyruğunun anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi söz konusu olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebû Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona yükletilir." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamber'in müflis hakkındaki diğer hadis-i şerifidir. Biz, bu hadis-i şerifi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.

Âyet-i kerimede geçen “” kelimesi “” şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da okunmuştur.

Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına gelir denilmiştir. Şair'in şu  beyitinde olduğu gibi:

"Bütün âlemlerin işlerine yeterli geldin fakat Ancak kâmil oğlu kâmil olan kimse yeterli olur."

3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı:

Yüce Allah'ın: "kimsenin şefaati kabul olunmaz" buyruğunda yer alan "şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şe’den alınmadır. Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf a kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf a kelimesiyle ortak, ortağının malını kendi malına katar. Şefi', şuf a hakkının sahibi ve şefaat sahibi demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve* ise, bir defada iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır.

Buna göre "şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı  ile kendisi katında şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını açığa çıkarmayı ve onun menfaatini  meşfu’a (kendisine şefaat edilene) ulaştırmayı ifade eder.

4- Şefaat Haktır:

Hak ehlinin görüşüne göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkâr mü'minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidle-rin ve salihlerin şefaatine nail olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin her-hangi bir asırda bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivayet edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup bu haberleri kabul etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile’nin tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir.

Mu'tezile (ve bu görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'an-ı Kerim'de varid olmuş birtakım naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (el-Mu'min, 40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zalimlerdir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul olunmaz" da buyurulmaktadır.

Bunlara cevap olmak üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zalimler hakkında genel değildir. O bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz. Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü'minler bu kapsamın dışındadır. Bunun delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin niteliklerini açıklarken şöyle  buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) İşte bu buyrukların genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat  mü'minlere fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz, kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) buyruğunda kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivayet ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) buyruğu yanında: "Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) buyruğudur.

Mu'tezile ve görüşlerini savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır; fâsık ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa, şu cevabı veririz:

Burada yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere rızasına erecek olanlar ise muvahhid kimselerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur:

Rahmân'ın yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Peygamber (s.a)'a: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle buyurmuştur: "İman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır."

Müfessirler ise bu âyet-i kerimeyi: "La ilahe illallah diyenden başkası" şeklinde açıklamışlardır.

Deseler ki: Razı olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir. Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret dilemesidir. Ayrıca yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte Peygamberlerin şefaati de böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat edeceklerdir.

Buna karşılık cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın  tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" buyruğu ile kastedilenlerin şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin ise mü'minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışında kalan günahlarını bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye buyurmaktadır.

Deseler ki: Bütün ümmet Peygamber (s.a)'ın şefaatine nail olmayı arzu eder. Eğer bu şefaat sadece büyük günah sahipleri hakkında söz konusu olacaksa, onların öyle bir şeyi istemelerinin de anlamı olmaz. Deriz ki: Evet; her müslüman Allah'ın rasulünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz kıldığı her şeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar ve kurtuluşu umar. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey Allah'ın rasulü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir."

5- Bir Kıraat:

İbn Kesir ve Ebû Amr “” kelimesini “” şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse  (nefs)" kelimesi şefi' anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker olarak okunması daha güzeldir.

6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün:

İbn Kesir ve Ebû Amr'ı okuyuşuna göre; "o nefsin şefaati kabul olunmaz" anlamındadır. Diğerlerinin okuyuşuna göre "o nefisten şefaat kabul olunmaz"  anlamındadır.

"Ondan bir fidye alınmaz" buyruğunda geçen "adi" kelimesi fidye demektir. "Idl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır.

Ağırlık ve değer itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve adîl" tabirleri kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle onun cinsinden olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer itibariyle başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan -fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır, idi diyenler de vardır.

"Onlara yardım da edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, En-sâr: Yardım edenler demektir. Hz. İsa'nın: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) buyruğu kim yardımını benim yardımıma katar anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filân oğullarının arzına geldim" denilir.

Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:

"Haram ay girdiği vakit Temim topraklarına veda et

Ve Amiroğullarının topraklarına gel."

Nasr, aynı zamanda yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir:

"Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara[1]Ey Nasr, bana bağış ver bağış, derim."

Bu âyet-i kerimenin -müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize şefaatçi olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyamet gününün durumunu bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı söz konusu etmiştir. Çünkü Âdemoğullarının dünyada bu gibi hususlarda söz konusu etmeyi alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye verilmek suretiyle kurtulabilir.

İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:    

Kıyamet Gününden Korkun:

Allah Teâlâ İsrâiloğullarına önce nimetini hatırlattıktan sonra bu uyarıya dayalı olarak kıyamet günü onların başına getireceği azabı ihtar etmektedir. «Ve öyle bir günden korkun ki, o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez.» Hiç biriniz birinize bir şey veremezsiniz. Başka âyet-i kerîmelerde bugün hakkında şöyle buyuruluyor:

«Kimse diğerinin yükünü yüklenmez.» (Fâtır, 18)

«O gün herkes kendi derdine düşer.» (A'bese, 37)

«Ey insanlar, Rabbınıza karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği  günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayati sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytân sizi ayartmasın.» (Lokman, 33) Bu nokta yolların en belîğ olanıdır, yani baba ile çocuğun birbirine hiç bir fayda sağlayamaması noktasıdır.

«Şefaat kabul edilmez.» Yani kâfirler için. Başka âyet-i kerimelerde ise şöyle buyurulur: «Artık onlara şefâatçıların şefaati fayda vermez.» (Müddessir, 48) Ve nitekim cehennem ehli hakkında da şöyle buyuruluyor:

«Bizim için ne bir şefaatçi ve ne de sıcak bir dost vardır.» (Şuarâ, 101)

«Fidye alınmaz.» Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Doğrusu o küfretmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlardan hiç birisinden yeryüzünün dolusu altını fidye olarak verse de kabul edilmez.» (Âl-i İmrân, 91)

«Muhakkak ki o küfretmiş olanlar, bütün yeryüzünün ve onunla beraber bir mislinin kendilerinin olmasını ve bunu kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak vermeyi isterler de onlardan kabul olunmaz ve onlar için elîm bir azâb vardır.» (Râ'd, 18), «O kimse her fidyeyi verse kabul olunmaz.» (En'âm, 70), «Bugün sizden bir fidye alınmaz ve küfretmiş olanlardan da.» (Hadîd, 11) Allah Teâlâ onlara bildiriyor ki; eğer rasûlüne  inanmazlar ve onunla gönderilen gerçeğe tâbi olmazlarsa, kıyamet gününde üzerinde bulundukları hal ile Allah'a gelirlerse bu, onlara hiç bir fayda vermez. Çünkü o gün hiç bir yakının yakınlığı, hiç bir makam sahibinin şefaati kabul edilmez, yeryüzü dolusu altın da verseler fidyeleri kabul olunmaz. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Ey îman edenler, alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızık[1]landırdığımızdan infâk edin.» (Bakara, 254). İbrahim sûresinde ise şöyle buyurur: «îman etmiş olan kullarıma söyle, namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı günün gelmesinden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli infâk etsinler.» (İbrâhîm, 31). Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den ve Ebu'l-Âliye'den nakleder ki “Vela yu’hazu minha adlun” fidye manasınadır. İbn Ebu Hatim der ki: Ebu Mâlik, Hasan, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve Rebî' İbn Enes'den buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Abdürrezzâk der ki; bize Sevrî A'meşten, o da İbrâhîm el-Teymî'den o da babasından; o da Hz. Ali'den uzun bir hadîsle nakleder ki “Es-Sarf ve’l-adl” kelimeleri gönüllü ibâdet ve fariza demektir. Velîd İbn Müslim, Osman İbn Ebu Â'tike'den o da U'meyr İbn Hânî'den aynı şeyi nakleder. Bu kavil garîbtir. Önceki kavil ise bu âyetin tefsirinde en açık olanıdır. Bu konuda takviye edici hadîsde vârid olmuştur ki; İbn Cerîr'in söylediğine göre bu hadîs şudur : Bana Nüceyh İbn İbrâhîm Ümeyye oğullarından bir adamdan (Şam halkından olup ondan güzel övgüyle bahsetti) nakletti ki Rasûlullah (s.a.)'a “Adl” nedir? denildiğinde “Adl” fidyedir, demişti.

«Ve onlara yardım da edilmez.» Hiç bir kimse onlara yardım edip Allah'ın azabından kurtaramaz. Yukarda geçtiği gibi hiç bir akrabanın yakınlığı ve hiç bir makam sahibinin makamı onları kurtaramaz, fidye de kabul olunmaz. Bunların hepsi başkalarının acıması bakımındandır. Kaldı ki kendileri bakımından da kendilerine yardım edecek kimse yoktur. Nitekim Allah Teâlâ : «Onun için ne bir kuvvet, ne de bir yardımcı vardır.»  buyuruyor. Yani küfreden kişinin ne fidyesini, ne de şefaatini kabul eder, hiç bir kimse O'nun azabından kurtaramaz ve hiç bir kimse O'nun elinden kâfirleri çekip alamaz. «Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümdarlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir? de.» (Mü'minûn, 88), «O gün hiç bir kimse Allah'ın azâb ettiği gibi azâb edemez. Hiç bir kimse onun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz.» (Fecr, 25-26),

«Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? Hayır, bugün onların hepsi teslîm olmuşlardır.» (Sâffât, 25-26), «O zamanlar Allah'ı bırakıp da ona yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir.» (Ahkâf, 28)

Dahhâk, İbn Abbâs'dan naklederek der ki: «Size ne oldu ki bugün yardımlaşmıyorsunuz?» âyetinden murâd, size ne oluyor ki siz bugün birbirinizden alıkoymuyorsunuz? Ama—ne yazık ki— bu sizin için mümkün değildir,

demektir. İbn Cerîr Taberî: «Ve onlara yardım da edilmez» âyetinin te'vîlinin şöyle olduğunu söyler : O gün hiç bir şefaatçi onlara şefaat etmeyeceği gibi, hiç bir yardımcı da yardım edemez. Onlardan hiç bir fidye kabul olunmaz. Orada aracılar yok olmuş, rüşvet ve şefaatçiler kaybolmuştur. O gün topluluklardan yardımlaşma ve birbirini destekleme kaldırılmıştır. Hüküm; huzurunda şefaatçilerin ve yardımcıların fayda vermediği Cebbar ve Âdil zâtın hükmü olmuştur. Kötülüğü misliyle cezalandırır, iyiliği ise kat kat «Onları durdurun çünkü kendilerine daha da sorulacaktır. Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz. Hayır bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.» (Sâffât, 24 - 26)

Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) (MEFÂTÎHU’l-GAYB) Kur’ân-ı Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:

Bil ki bu günde korkmak, o günde meydana gelecek olan Allah'ın azab ve şiddetli acılarından dolayıdır. Çünkü günün kendisinden korkulmaz. O gün cennetlik ve cehennemliklerin hepsi mutlaka Allah'ın huzuruna geleceklerdir. Buna göre ayetten maksad, bizim söylediğimiz şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak ahiret gününü, insanları korkutmak için, en şiddetli ve azametli sıfatlarla nitelenmiştir. Bu böyledir. Çünkü Araplar, kendilerinden birisi hoş olmayan bir duruma düştüğünde ve hısım akrabası onu bundan kurtarmaya çalıştıkları zaman içlerinde hamiyetperverlik namına ne varsa hepsini harcar ve tıpkı bir babanın çocuğunun başına gelen kötülüğü defetmeye çalışması gibi, bu kötülüğü ondan savmaya uğraşırlar. Eğer o, engelini aşamayacağı bir kimseyi görürse, çeşitli tevazu yollarını ve şefaat çeşitlerini devreye sokarak, sertlikle yapamadığı şeyi yumuşaklıkla yapmaya çalışır. Eğer hem sertlik hem de yumuşaklık fayda vermez ise, geriye o kimseye ya mal veya başka çeşit bir şeyden fidye vermek kalır. Eğer bu üçü de ona bir fayda temin etmez ise, dostları ve kardeşlerinden umduğu yardıma yönelir. İşte böylece Cenab-ı Hak, Bu yollardan hiçbirinin ahirette günahkarlara fayda vermeyeceğini haber vermiştir, bu tertibe göre geriye iki sual kalır:

İki Suale Cevap

1) Allah'ın âyetinin manası, âyetinin manası gibidir. Buna göre bu tekrardan maksad nedir? Buna şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah'ın âyetinden maksadı, onun hakettiği cezayı bir başkasının çekmeyeceğini ifade etmektir. gelince, bundan maksad, o insanın bu şahsı cezalandıran (Allah'ın) hükmünden kurtarmaya çalışamayacağıdır.

2) Allahü Teâlâ, bu ayette "şefaatin kabulünü", "fidye alımı "ndan önce zikretmiş, bu âyeti bu suredeki 120. âyetten sonra tekrar getirerek orada da "fidye alma" "şefaatin kabulü"nden önce zikretmiştir. Bunun hikmeti nedir? Buna şöyle cevab verilir: Mal sevgisine olan meyli, kendisini yüceltmeye olan meylinden daha şiddetli olan kimse, şefaat edecek olanlara yapışmayı, fidye vermeye tercih eder. Aksi temayülde olan kimse ise, fidyeyi şefaatçiye tercih eder. Bundan dolayı her iki âyetteki farklı tertib, bu iki sınıf insana işaret etmek içindir.

Şimdi de âyetteki lâfızların tefsirine geçiyoruz.

Âyet-i Kerimedeki Bazı Lafızların Tefsiri

Allahü teâlâ'nın "Hiç kimse diğer bir kimseye hiçbir fayda sağlayamaz" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: Lügatcileregöre fiilinin asıl mânası (hükmetti, emretti, ifâ etti, ödedi) fiilinin manasıdır. Bu manada olmak üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bürde b. Yesâr (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir: "(Bu kurban) sana kifayet eder, fakat senden başka kimseye kifayet etmez." Arapçacılar da bunu bu şekilde, hemzesiz olarak "tâ" harfinin fethası ile (......) şeklinde rivayet etmişlerdir. Yani "Bu, senin kurban vecibene yeter, kurban yerini tutar " demektir. Buna göre, âyetin manası "Kıyamet günü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin hiçbir bakımdan yerine geçemez ve ona isabet edecek hiçbir cezayı onun için yüklenemez. Aksine o günde kişi, kardeşinden, annesinden ve babasından bile kaçar." Yine buna göre, bu yerini tutmanın manası, "itaat edenin itaati, günahkara vacib olmuş olan (cezayı) karşılamaz, onun yerine geçmez." Bu yerini tutma ve yerine geçme dünyada bazan olabilir. Mesela bir şahıs yakınının ve dostunun borcunu öder ve böylece onun borcunu kendi yüklenir. Âhirette ise, hakların ifast ancak hasenat (sevabları) vermekle olur. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu hadisi rivayet etmiştir:

"Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan helallik isteyen kimseye Allah merhamet etsin. Çünkü âhirette ne bir dinar ne bir dirhem vardır. Eğer o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yok ise, o zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir. Tirmizi, Kiyame 2, (4/613).

Keşşaf sahibi, âyette geçen (......) lâfzının mefûlü bih olduğunu ve mefûlu mutlak olmasının da caiz olabileceğini söylemiştir. Meful-u mutlak olması halinde âyetin takdiri (az bir cezayı) şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Az bir zulüm bile görmezler"(Meryem, 60).Âyeti (......) şeklinde okuyan, bunu 'fayda verdi' manasına gelen fiilinden okumuştur. Buna göre lafzı, bu kıraatte ancak, "fayda vermek cinsinden herhangi bir şey" manasına gelir. Bu durumda bu cümle (......) kelimesinin sıfatı olarak mahallen mansubtur. Eğer, "Öyle ise mevsufa ait zamir nerededir?" denir ise, deriz ki "O mahzuftur ve takdiri şöyledir: (......) şeklindedir.

Buradaki (......) kelimesinin nekre oluşunun hikmeti şudur: "Nefislerden hiçbir nefis, kendinden başka hiçbir nefse, hiçbir surette fayda veremez." Bu, hertürlü isteği kesen, tam bir ümitsizliğe düşürmedir.

Allahü teâlâ'nın âyetine gelince deriz ki: "Şefaat" bir kimsenin, bir başkasından bir şey istemesi ve ondan ihtiyacını gidermesini istemesidir. Kelimenin aslı, "tek"in zıddı manasındaki "çift" demek olan (......) kelimesinden gelir. Buna göre sanki, ihtiyaç sahibi tek idi de, şefaatçi onun yanında ikinci (onun çifti) bir şahıs oldu demektir.

Bil kî, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesindeki zamîri günahkâr olan ikinci "nefs"e racidir.Bu, kendisinden hiçbir fidyenin kabul edilmediği nefistir. O nefisten şefaatin kabul olunmamasının manası şudur: Eğer o, bir şefaatçinin şefaatini getirirse bu ondan kabul edilmez. Zamirin, şu manada olmak üzere birinci nefse raci olması da caizdir: Eğer o birinci nefis .ikinci nefse şefaat edecek olsa, birincinin ikincinin yerine ceza görmeyeceği gibi, şefaati de kabul olunmaz.

Allahü teâlâ âyetinin manası "Ondan fidye de kabul edilmez" demektir. (......) kelimesinin aslı bir şeyin denk olması manasına olan dendir. Sen, "Ben onun bir benzerini görmüyorum " manasında dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Sonra inkâr edenler, (başka varlıkları) Rablerine denk tutuyorlar" (En'am.1) buyurmuştur. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edip kâfir olanlar (yok mu?), eğer yeryüzünde bulunan her şey bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa da, onlar kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) ona fidye olarak verseler, bu fidye onlardan kabul olunmazdı" (Maide, 36);

"İnkâr edenler ve kafirler olarak ölenler yeryüzü dolusu altını (azablarına karşılık) fidye olarak verseler bile, bu onların hiçbirinden kabul edilmez" (Al-i Imran, 91) ve: "O (kâfir) fidye olarak ne verirse versin, bu ondan kabul edilmez "(En'am, 70) âyetleridir.

Allahü teâlâ'nın "Onlara yardım da olunmaz" âyetine gelince, bil ki yardımlaşma, ancak dünyada, beraber yaşama ve akraba olma vesilesi ile olur. Halbuki Hak teâlâ, o günde ne bir dostluk, ne bir şefaat, ne de aralarında bir akrabalık bağı kalmayacağını; insanın kardeşinden, anasından, babasından ve yakınlarından kaçacağını haber vermiştir. Kaffal, "Ayetteki "nasr"dan murad, me'ünet yani yardımdır" demiştir. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kardeşine zalim olduğu zamanda (zulmüne engel olarak) mazlum olduğu zamanda (ona yapılan zulme engel olarak) yardım ef" Buhari, Mezalim. 4; Tirmizi, Fiten, 68 (4/523). hadisi de böyledir. (......) kelimesi de aynı manadadır. Araplar yağmur almış manasına (yardım edilmiş toprak) derler. Yağmur toprakta bitki çıkardığı zaman, (Yağmur beldeye yardım ediyor) denir. Bu ifadeye göre, sanki yağmur, o belde halkına yardım etmiştir. Hak Teâla'nın;

"Kim, Allah'ın kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa... "(Hacc, 15) âyeti, "Yağmurun beldelere rızık verdiği gibi, Allah'ın kendisini rızıklandırmayacağını (sanıyorsa)..." şeklinde tefsir edilmiştir. İntikam alma da, bir yardım ve zalime bir karşı duruş manasında "nusre, nusret" ve "intişar" diye isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: kavmine karşı ona yardım (Enbiya, 77) buyurmuştur. Müfessirler bu âyetteki, nın manasının "Biz onun intikamını aldık" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Bu âyet, onların, kıyamet gününde azab edildikleri zaman, Allah'tan onlar namına intikam alacak birisini bulamayacakları manasına da gelebilir. Hulasa olarak, sanki "yardım", "şiddet ve belaları savuşturma" demektir. İşte bu sebeble Hak teâlâ, orada azabından o kâfirleri kurtaracak birisinin bulunmadığını haber vermiştir. Âyette bunlardan sonra geriye iki mesele kalır:

Günahı Bırakmaya Etkili Bir Teşvik

Âyette, günahlardan en büyük bir sakındırma ve insandan sadır olan günahları tevbe ile telafi etmesine en kuvvetli bir teşvik vardır. Çünkü insan, ölümden sonra herhangi bir tedarik şefaaf, yardım ve fidyenin olmayacağını düşündüğünde, kurtuluşunun ancak Allah'a itaatle olacağını anlar. İbâdetlerinde her an kusur yapmadan ve ömrünün uzun olacağına yakînî bir bilgisi olmadığı için tevbeye fırsat bulamamaktan emin olamayan kişi, her hâl ü kârda bir korku ve endişe içinde olur. Bu âyet, her nekadar İsrailoğulları hakkında nazil olmuş ise de, mana bakımından herkese hitabtır. Çünkü ayette bahsedilen v

Görüntülenme : 802


E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İletişim : Turgut Kuzan [email protected]

Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.