وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ |
2|48|Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. |
Turgut Kuzan ayet yorumu
Şefaat ne zaman kabul edilmez ve kimler içindir?
Şefaat ne zaman kabul edilmez ve kimler içindir?
Ayetin
nüzul sebebi ile ilgili rivayetler:
1- Müfessirlerin
kaydettiklerine göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: ''İsrail oğulları: ''Bizler
Allah'ın oğulları, dostları ve peygamberlerinin çocuklarıyız ve babalarımız
bize şefaatçi olacaklardır." diyorlardı. Allah Tealâ da onlara, kıyamet
günü onlardan fidyenin de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirdi.''
2- Bir rivayette de onların "Bizler Allah'ın
dostu olan İbrahim'in evlâtlarıyız. O, Allah'ın rızası için kesmeye yatırdığı
İshak'ın babasıdır. Bize şefaat eder ve bizi azâbdan kurtarır." dedikleri,
babaları ile kimi kastettikleri açık olarak belirtilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı (Kur'an Yolu) Kur’ân-ı Kerîm
Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Şefaat “bir
kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı
elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim
olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için
Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte
bulunması” anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek mertebeli kulların, âhirette
günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak dileklerini ifade etmektedir. Mu‘tezile
bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefaat edilmesinin söz
konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının
arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet
bilginleri ise her iki durumda da şefaatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara
peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar
tarafından şefaat edilebileceğini savunurlar (genişbilgi için bk.
Râzî, III, 55-66). Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat
edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).
Kur’an’ın ilgili
âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı
tutulacağı ve insanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine
kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey,
zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini
yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe
etmektir. Çünkü gerek Kur’an-ı Kerîm’de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak
tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır.
Kur’an’ın şefaat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefaat beklentisinin insanları
dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’an’ın
tövbelerin kabul buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise,
tövbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece
düzeltici ve ıslah edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir. İşte,
peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabul
etmemekte ve Hz. Muhammed’e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu
âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı
taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak
üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu
vurgulamaktadır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 119-120
Seyyid Kutub’un (ö. 1966) (FÎ ZILÂLİ’l-KUR’ÂN) Kur’ân-ı
Kerîm Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
"O gün hiç kimse başkasının yerine
birşey ödeyemez:." Sorumluluk ferdidir, hesaplaşma kişiseldir, herkes
kendinden sorumludur, hiç kimse başkasını kurtaramaz. Bu, çok önemli
bir İslâmî ilkedir... İnsan iradesi ile iyiyi kötüden ayırdetme yeteneğine
dayanan ve yüce Allah'ın mutlak adaletini içeren ferdi sorumluluk ilkesidir
bu.. Bu ilke bir yandan insanı onurlu konumunun bilincine erdirir, öte yandan
da insanın vicdanını sürekli biçimde uyanık tutar. Ki, insan eğitiminde, ruh
terbiyesinde bu faktörlerin her ikisi de son derece önemli rol oynarlar. Ferdi
sorumluluk ilkesi, bu pratik yararından ziyade, İslâm'ın yüce değerleriyle
bütünleştiğinde insanı diğer canlılardan üstün kılan en önemli insani değerdir.
Şimdi de ayetin devamını okuyalım: "(O gün) Hiç kimseden aracılık kabul
edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz." Yani o gün iman ve iyi amelle
birlikte Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar
getirmeyeceği gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden
fidye de alınmaz... Ve ayetin son kısmı: "(O gün) hiç kimse başkalarından
yardım görmez." Yani o gün insanları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir
yardımcı bulunamaz. Burada başkasının yerine hiçbir ödeme yapamayacak,
aracılığı kabul edilmeyecek ve fidye önerisine red karşılığı verilecek olan
bütün insanlar birarada düşünüldüğü için çoğul sığası kullanıldı. Ayrıca
genellik anlamı versin diye, ayetin ilk üç cümleciğinde kullanılan ikinci
şahıslı ifade biçiminden üçüncü şahıslı ifade biçimine geçiliyor. Buna göre bu
ilke; ayete muhatap olan ve olmayan tüm insanlar için geçerli, genel bir
ilkedir.
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî’nin (ö. 671/1273) Kur’ân-ı
Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Kendisinden Korkulması Gereken
Bir Gün:
"Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası
olamaz" buyruğundaki emir tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine
dair açıklamalar önceden yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o
gündeki azap ve dehşetlerdir, söz konusu
gün, Kıyamet günüdür.
"Kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğu, hiçbir kimse
başkasının günahından dolayı sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına
gelecek azabı bertaraf edemez, demektir. “” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı
gibi ( v) harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi
ile yapılmıştır. ( v-) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir:
"Sözde durmamak insanlar arasında bir utançtır
Hür bir kimse ise (kaçan düşmanın) topukları ile yetinir."
Hz. Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir:
"Suyu suya döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek
istiyor ki, sen suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer
üzerinden akarsa orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir
bezle veya başka bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur.
Sahih hadiste de Ebû Burde b. Niyar'dan, gelen rivayette kurban kesme
ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için
yeterli olmayacaktır."
Buna göre âyet-i kerimede geçen "faydası olamaz" buyruğunun
anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası
olmaz, onu korumaya yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir
nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında,
onun tercihi söz konusu olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun
üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebû
Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Her kim
müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm
işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan
helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var
ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise
haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona yükletilir." Bu
hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamber'in müflis
hakkındaki diğer hadis-i şerifidir. Biz, bu hadis-i şerifi Tezkire (adlı)
eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.
Âyet-i kerimede geçen “” kelimesi “” şeklinde, te ve sondaki hemze
harfleri ötreli olarak da okunmuştur.
Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri
aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek
anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına
gelir denilmiştir. Şair'in şu beyitinde
olduğu gibi:
"Bütün âlemlerin işlerine yeterli geldin fakat Ancak kâmil oğlu kâmil
olan kimse yeterli olur."
3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı:
Yüce Allah'ın: "kimsenin şefaati kabul olunmaz" buyruğunda yer
alan "şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şe’den alınmadır.
Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf a
kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf a kelimesiyle ortak, ortağının
malını kendi malına katar. Şefi', şuf a hakkının sahibi ve şefaat sahibi
demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu
halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve* ise, bir defada
iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade
etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır.
Buna göre "şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını
da ilave edip katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında şefaat istenilen
(el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını açığa çıkarmayı ve
onun menfaatini meşfu’a (kendisine
şefaat edilene) ulaştırmayı ifade eder.
4- Şefaat Haktır:
Hak ehlinin
görüşüne göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren
günahkâr mü'minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki peygamberlerin ümmetlerinden
muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım kimselerin meleklerin, peygamberlerin,
şehidle-rin ve salihlerin şefaatine nail olacaklarını ifade eden haberler ardı
arkasına gelmiş ve birbirini desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü
reddederken iki esasa dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür
derecesine ulaşan sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul
etmek hususunda selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin
her-hangi bir asırda bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin
açıktan açığa rivayet edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup
bu haberleri kabul etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık
Mu'tezile’nin tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir.
Mu'tezile (ve bu görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'an-ı Kerim'de
varid olmuş birtakım naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi
gerektirmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Zalimler için ne
şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır."
(el-Mu'min, 40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zalimlerdir. Bir
başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa
onunla cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul olunmaz"
da buyurulmaktadır.
Bunlara cevap olmak üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zalimler
hakkında genel değildir. O bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün
kötülük işleyenleri kapsamaz. Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü'minler bu
kapsamın dışındadır. Bunun delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer
taraftan şanı yüce Allah, birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını
ifade buyururken, birtakım kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan
buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere
şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin
verdiklerinden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) İşte bu
buyrukların genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü'minlere
fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce
Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası
olamaz, kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) buyruğunda
kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği
halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve
zalimin genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen
cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivayet
ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını
mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder."
(en-Nisa, 4/48, 116) buyruğu yanında: "Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın
rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) buyruğudur.
Mu'tezile ve görüşlerini savunanlar:
Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte
bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır; fâsık
ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa,
şu cevabı veririz:
Burada yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye
buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini kullanmaktadır. Allah'ın
şefaate nail olmak üzere rızasına erecek olanlar ise muvahhid kimselerdir.
Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
Rahmân'ın yanında
ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Peygamber (s.a)'a:
Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle buyurmuştur:
"İman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır."
Müfessirler ise bu âyet-i kerimeyi: "La ilahe illallah diyenden
başkası" şeklinde açıklamışlardır.
Deseler ki: Razı olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid
alan, tevbe eden kimsedir. Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret dilemesidir.
Ayrıca yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara
mağfiret buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte
Peygamberlerin şefaati de böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere
şefaat edeceklerdir.
Buna karşılık cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri
kabul etmekle yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin
şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler
yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" buyruğu ile
kastedilenlerin şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile
kastedilenlerin ise mü'minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine
varmışlardır. Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışında kalan
günahlarını bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka
dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye
buyurmaktadır.
Deseler ki: Bütün ümmet Peygamber (s.a)'ın şefaatine nail olmayı arzu eder.
Eğer bu şefaat sadece büyük günah sahipleri hakkında söz konusu olacaksa,
onların öyle bir şeyi istemelerinin de anlamı olmaz. Deriz ki: Evet; her
müslüman Allah'ın rasulünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan
ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz
kıldığı her şeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi adına
kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar ve
kurtuluşu umar. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın
rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey Allah'ın
rasulü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni
kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir."
5- Bir Kıraat:
İbn Kesir ve Ebû Amr “” kelimesini “” şeklinde okumuşlardır. Çünkü
"şefaat" kelimesi müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi' anlamına
geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker
olarak okunması daha güzeldir.
6- Fidyenin de Kabul
Olunmayacağı Gün:
İbn Kesir ve Ebû Amr'ı okuyuşuna göre; "o nefsin şefaati kabul
olunmaz" anlamındadır. Diğerlerinin okuyuşuna göre "o nefisten şefaat
kabul olunmaz" anlamındadır.
"Ondan bir fidye alınmaz" buyruğunda geçen "adi"
kelimesi fidye demektir. "Idl" şeklinde de misli ve benzeri
anlamındadır.
Ağırlık ve değer itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve
adîl" tabirleri kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle onun
cinsinden olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer
itibariyle başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre
Araplardan -fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır,
idi diyenler de vardır.
"Onlara yardım da edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr:
yardım, En-sâr: Yardım edenler demektir. Hz. İsa'nın: "Allah yolunda bana
yardımcı olacaklar kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) buyruğu kim yardımını benim
yardımıma katar anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr,
gelmek anlamına da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak:
"Filân oğullarının arzına geldim" denilir.
Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:
"Haram ay girdiği vakit Temim topraklarına veda et
Ve Amiroğullarının topraklarına gel."
Nasr, aynı zamanda yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir.
Şair şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara[1]Ey
Nasr, bana bağış ver bağış, derim."
Bu âyet-i
kerimenin -müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın oğulları,
sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize şefaatçi
olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyamet gününün durumunu bildirmiş
ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye alınmayacağını
söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı söz konusu etmiştir. Çünkü
Âdemoğullarının dünyada bu gibi hususlarda söz konusu etmeyi alışkanlık haline
getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimse ancak kendisine
şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye verilmek suretiyle
kurtulabilir.
İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı
Kerim Tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Kıyamet
Gününden Korkun:
Allah Teâlâ İsrâiloğullarına önce nimetini
hatırlattıktan sonra bu uyarıya dayalı olarak kıyamet günü onların başına
getireceği azabı ihtar etmektedir. «Ve öyle bir günden korkun ki, o günde
kimse, kimse için bir şey ödeyemez.» Hiç biriniz birinize bir şey veremezsiniz.
Başka âyet-i kerîmelerde bugün hakkında şöyle buyuruluyor:
«Kimse diğerinin yükünü yüklenmez.» (Fâtır, 18)
«O gün herkes kendi derdine düşer.» (A'bese, 37)
«Ey insanlar, Rabbınıza karşı gelmekten
sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz
gerçektir. Dünya
hayati sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytân
sizi ayartmasın.» (Lokman, 33) Bu nokta yolların en belîğ olanıdır, yani baba
ile çocuğun birbirine hiç bir fayda sağlayamaması noktasıdır.
«Şefaat kabul edilmez.» Yani kâfirler için. Başka âyet-i kerimelerde ise şöyle
buyurulur: «Artık
onlara şefâatçıların şefaati fayda vermez.» (Müddessir, 48) Ve
nitekim cehennem ehli hakkında da şöyle buyuruluyor:
«Bizim için ne bir şefaatçi ve ne de sıcak bir dost vardır.»
(Şuarâ, 101)
«Fidye alınmaz.» Nitekim Allah Teâlâ bir
başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Doğrusu o küfretmiş ve kâfir olarak
ölmüş olanlardan hiç birisinden yeryüzünün dolusu altını fidye olarak verse de kabul
edilmez.» (Âl-i İmrân, 91)
«Muhakkak ki o küfretmiş olanlar, bütün
yeryüzünün ve onunla beraber bir mislinin kendilerinin olmasını ve bunu kıyamet gününün
azabından kurtulmak için fidye olarak vermeyi isterler de onlardan kabul
olunmaz ve onlar için elîm bir azâb vardır.» (Râ'd, 18), «O kimse
her fidyeyi verse kabul olunmaz.» (En'âm, 70), «Bugün sizden bir fidye alınmaz
ve küfretmiş olanlardan da.» (Hadîd, 11) Allah Teâlâ onlara bildiriyor ki; eğer
rasûlüne inanmazlar ve onunla gönderilen
gerçeğe tâbi olmazlarsa, kıyamet gününde üzerinde bulundukları hal ile Allah'a gelirlerse
bu, onlara hiç bir fayda vermez. Çünkü o gün hiç bir yakının yakınlığı, hiç bir
makam sahibinin şefaati kabul edilmez, yeryüzü dolusu altın da verseler
fidyeleri kabul olunmaz. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur :
«Ey îman edenler, alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden
önce sizi rızık[1]landırdığımızdan
infâk edin.» (Bakara, 254). İbrahim sûresinde ise şöyle buyurur: «îman etmiş
olan kullarıma söyle, namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı
günün gelmesinden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli infâk
etsinler.» (İbrâhîm, 31). Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den ve
Ebu'l-Âliye'den nakleder ki “Vela yu’hazu minha adlun” fidye manasınadır. İbn
Ebu Hatim der ki: Ebu Mâlik, Hasan, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve Rebî' İbn
Enes'den buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Abdürrezzâk der ki; bize Sevrî
A'meşten, o da İbrâhîm el-Teymî'den o da babasından; o da Hz. Ali'den uzun bir hadîsle
nakleder ki “Es-Sarf ve’l-adl” kelimeleri gönüllü ibâdet ve fariza demektir.
Velîd İbn Müslim, Osman İbn Ebu Â'tike'den o da U'meyr İbn Hânî'den aynı şeyi
nakleder. Bu kavil garîbtir. Önceki kavil ise bu âyetin tefsirinde en açık
olanıdır. Bu konuda takviye edici hadîsde vârid olmuştur ki; İbn Cerîr'in
söylediğine göre bu hadîs şudur : Bana Nüceyh İbn İbrâhîm Ümeyye oğullarından
bir adamdan (Şam halkından olup ondan güzel övgüyle bahsetti) nakletti ki
Rasûlullah (s.a.)'a “Adl” nedir? denildiğinde “Adl” fidyedir, demişti.
«Ve onlara yardım da edilmez.» Hiç bir kimse
onlara yardım edip Allah'ın azabından kurtaramaz. Yukarda geçtiği gibi hiç bir
akrabanın yakınlığı ve hiç bir makam sahibinin makamı onları kurtaramaz, fidye
de kabul olunmaz. Bunların hepsi başkalarının acıması bakımındandır. Kaldı ki
kendileri bakımından da kendilerine yardım edecek kimse yoktur. Nitekim Allah
Teâlâ : «Onun için ne bir kuvvet, ne de bir yardımcı vardır.» buyuruyor. Yani küfreden kişinin ne fidyesini,
ne de şefaatini kabul eder, hiç bir kimse O'nun azabından kurtaramaz ve hiç bir
kimse O'nun elinden kâfirleri çekip alamaz. «Biliyorsanız söyleyin her şeyin
hükümdarlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir? de.»
(Mü'minûn, 88), «O gün hiç bir kimse Allah'ın azâb ettiği gibi azâb edemez. Hiç
bir kimse onun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz.» (Fecr, 25-26),
«Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? Hayır,
bugün onların hepsi teslîm olmuşlardır.» (Sâffât, 25-26), «O zamanlar Allah'ı
bırakıp da ona yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine
yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların
yalanı ve uydurdukları şeydir.» (Ahkâf, 28)
Dahhâk, İbn Abbâs'dan naklederek der ki: «Size ne oldu ki bugün
yardımlaşmıyorsunuz?» âyetinden murâd, size ne oluyor ki siz bugün
birbirinizden alıkoymuyorsunuz? Ama—ne yazık ki— bu sizin için mümkün değildir,
demektir. İbn Cerîr Taberî: «Ve onlara
yardım da edilmez» âyetinin te'vîlinin şöyle olduğunu söyler : O gün hiç bir
şefaatçi onlara şefaat etmeyeceği gibi, hiç bir yardımcı da yardım edemez.
Onlardan hiç bir fidye kabul olunmaz. Orada aracılar yok olmuş, rüşvet ve
şefaatçiler kaybolmuştur. O gün topluluklardan yardımlaşma ve birbirini
destekleme kaldırılmıştır. Hüküm; huzurunda şefaatçilerin ve yardımcıların
fayda vermediği Cebbar ve Âdil zâtın hükmü olmuştur. Kötülüğü misliyle
cezalandırır, iyiliği ise kat kat «Onları durdurun çünkü kendilerine daha da
sorulacaktır. Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz. Hayır bugün
onların hepsi teslim olmuşlardır.» (Sâffât, 24 - 26)
Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) (MEFÂTÎHU’l-GAYB)
Kur’ân-ı Kerîm tefsirinde ayet ile ilgili açıklamalar:
Bil ki bu günde korkmak, o günde meydana
gelecek olan Allah'ın azab ve şiddetli acılarından dolayıdır. Çünkü günün
kendisinden korkulmaz. O gün cennetlik ve cehennemliklerin hepsi mutlaka
Allah'ın huzuruna geleceklerdir. Buna göre ayetten maksad, bizim söylediğimiz
şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak ahiret gününü, insanları korkutmak
için, en şiddetli ve azametli sıfatlarla nitelenmiştir. Bu böyledir. Çünkü
Araplar, kendilerinden birisi hoş olmayan bir duruma düştüğünde ve hısım
akrabası onu bundan kurtarmaya çalıştıkları zaman içlerinde hamiyetperverlik
namına ne varsa hepsini harcar ve tıpkı bir babanın çocuğunun başına gelen
kötülüğü defetmeye çalışması gibi, bu kötülüğü ondan savmaya uğraşırlar. Eğer
o, engelini aşamayacağı bir kimseyi görürse, çeşitli tevazu yollarını ve şefaat
çeşitlerini devreye sokarak, sertlikle yapamadığı şeyi yumuşaklıkla yapmaya
çalışır. Eğer hem sertlik hem de yumuşaklık fayda vermez ise, geriye o kimseye
ya mal veya başka çeşit bir şeyden fidye vermek kalır. Eğer bu üçü de ona bir
fayda temin etmez ise, dostları ve kardeşlerinden umduğu yardıma yönelir. İşte
böylece Cenab-ı Hak, Bu yollardan hiçbirinin ahirette
günahkarlara fayda vermeyeceğini haber vermiştir, bu tertibe göre geriye iki
sual kalır:
İki Suale Cevap
1) Allah'ın âyetinin manası, âyetinin manası gibidir. Buna göre bu
tekrardan maksad nedir? Buna şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah'ın âyetinden maksadı, onun hakettiği
cezayı bir başkasının çekmeyeceğini ifade etmektir. gelince, bundan maksad, o
insanın bu şahsı cezalandıran (Allah'ın) hükmünden
kurtarmaya çalışamayacağıdır.
2) Allahü Teâlâ, bu ayette "şefaatin kabulünü",
"fidye alımı "ndan önce zikretmiş, bu âyeti bu suredeki 120. âyetten
sonra tekrar getirerek orada da "fidye alma" "şefaatin
kabulü"nden önce zikretmiştir. Bunun hikmeti nedir? Buna şöyle cevab
verilir: Mal sevgisine olan meyli, kendisini yüceltmeye olan meylinden daha
şiddetli olan kimse, şefaat edecek olanlara yapışmayı, fidye vermeye tercih
eder. Aksi temayülde olan kimse ise, fidyeyi şefaatçiye tercih eder. Bundan
dolayı her iki âyetteki farklı tertib, bu iki sınıf insana işaret etmek
içindir.
Şimdi de âyetteki lâfızların tefsirine
geçiyoruz.
Âyet-i Kerimedeki Bazı Lafızların Tefsiri
Allahü teâlâ'nın "Hiç kimse diğer bir kimseye
hiçbir fayda sağlayamaz" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu
söylemiştir: Lügatcileregöre fiilinin asıl mânası (hükmetti, emretti, ifâ etti, ödedi) fiilinin manasıdır. Bu manada olmak
üzere Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bürde b. Yesâr (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir: "(Bu kurban) sana kifayet eder, fakat senden başka kimseye kifayet etmez."
Arapçacılar da bunu bu şekilde, hemzesiz olarak "tâ" harfinin fethası
ile (......) şeklinde rivayet etmişlerdir. Yani
"Bu, senin kurban vecibene yeter, kurban yerini tutar " demektir.
Buna göre, âyetin manası "Kıyamet günü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin
hiçbir bakımdan yerine geçemez ve ona isabet edecek hiçbir cezayı onun için
yüklenemez. Aksine o günde kişi, kardeşinden, annesinden ve babasından bile
kaçar." Yine buna göre, bu yerini tutmanın manası, "itaat edenin
itaati, günahkara vacib olmuş olan (cezayı) karşılamaz,
onun yerine geçmez." Bu yerini tutma ve yerine geçme dünyada bazan
olabilir. Mesela bir şahıs yakınının ve dostunun borcunu öder ve böylece onun
borcunu kendi yüklenir. Âhirette ise, hakların ifast ancak hasenat (sevabları) vermekle olur. Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu hadisi rivayet etmiştir:
"Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve
makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan
helallik isteyen kimseye Allah merhamet etsin. Çünkü âhirette ne bir dinar ne
bir dirhem vardır. Eğer o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun
iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yok ise, o zaman da üzerinde hakkı olan
kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir. Tirmizi, Kiyame 2, (4/613).
Keşşaf sahibi, âyette geçen (......) lâfzının mefûlü bih olduğunu ve mefûlu mutlak olmasının da caiz
olabileceğini söylemiştir. Meful-u mutlak olması halinde âyetin takdiri (az bir cezayı) şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Az bir zulüm bile görmezler"(Meryem, 60).Âyeti (......) şeklinde okuyan, bunu 'fayda verdi'
manasına gelen fiilinden okumuştur. Buna göre lafzı, bu kıraatte ancak,
"fayda vermek cinsinden herhangi bir şey" manasına gelir. Bu durumda
bu cümle (......) kelimesinin sıfatı olarak mahallen
mansubtur. Eğer, "Öyle ise mevsufa ait zamir nerededir?" denir ise,
deriz ki "O mahzuftur ve takdiri şöyledir: (......) şeklindedir.
Buradaki (......) kelimesinin nekre oluşunun hikmeti şudur: "Nefislerden hiçbir
nefis, kendinden başka hiçbir nefse, hiçbir surette fayda veremez." Bu,
hertürlü isteği kesen, tam bir ümitsizliğe düşürmedir.
Allahü teâlâ'nın âyetine gelince deriz ki:
"Şefaat" bir kimsenin, bir başkasından bir şey istemesi ve ondan
ihtiyacını gidermesini istemesidir. Kelimenin aslı, "tek"in zıddı
manasındaki "çift" demek olan (......) kelimesinden
gelir. Buna göre sanki, ihtiyaç sahibi tek idi de, şefaatçi onun yanında
ikinci (onun çifti) bir şahıs oldu demektir.
Bil kî, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesindeki zamîri günahkâr olan
ikinci "nefs"e racidir.Bu, kendisinden hiçbir fidyenin kabul
edilmediği nefistir. O nefisten şefaatin kabul olunmamasının manası şudur: Eğer
o, bir şefaatçinin şefaatini getirirse bu ondan kabul edilmez. Zamirin, şu
manada olmak üzere birinci nefse raci olması da caizdir: Eğer o birinci nefis
.ikinci nefse şefaat edecek olsa, birincinin ikincinin yerine ceza görmeyeceği
gibi, şefaati de kabul olunmaz.
Allahü teâlâ âyetinin manası "Ondan fidye de
kabul edilmez" demektir. (......) kelimesinin
aslı bir şeyin denk olması manasına olan dendir. Sen, "Ben onun bir benzerini
görmüyorum " manasında dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Sonra inkâr edenler, (başka varlıkları) Rablerine denk
tutuyorlar" (En'am.1) buyurmuştur. Bu ayetin bir benzeri
de Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edip kâfir
olanlar (yok mu?), eğer yeryüzünde bulunan her şey bir
misli ile beraber o kâfirlerin olsa da, onlar kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) ona fidye olarak verseler, bu fidye
onlardan kabul olunmazdı" (Maide, 36);
"İnkâr edenler ve kafirler olarak
ölenler yeryüzü dolusu altını (azablarına karşılık) fidye
olarak verseler bile, bu onların hiçbirinden kabul edilmez" (Al-i Imran, 91) ve: "O (kâfir) fidye olarak ne verirse versin, bu ondan kabul edilmez "(En'am, 70) âyetleridir.
Allahü teâlâ'nın "Onlara yardım da olunmaz"
âyetine gelince, bil ki yardımlaşma, ancak dünyada, beraber yaşama ve akraba
olma vesilesi ile olur. Halbuki Hak teâlâ, o günde ne
bir dostluk, ne bir şefaat, ne de aralarında bir akrabalık bağı kalmayacağını;
insanın kardeşinden, anasından, babasından ve yakınlarından kaçacağını haber
vermiştir. Kaffal, "Ayetteki "nasr"dan murad, me'ünet yani
yardımdır" demiştir. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kardeşine zalim olduğu zamanda (zulmüne engel olarak) mazlum olduğu zamanda (ona yapılan zulme engel olarak) yardım ef" Buhari, Mezalim. 4;
Tirmizi, Fiten, 68 (4/523). hadisi de böyledir. (......) kelimesi de aynı manadadır. Araplar yağmur almış manasına (yardım edilmiş toprak) derler. Yağmur toprakta bitki
çıkardığı zaman, (Yağmur beldeye
yardım ediyor) denir. Bu
ifadeye göre, sanki yağmur, o belde halkına yardım etmiştir. Hak Teâla'nın;
"Kim, Allah'ın kendisine yardım
etmeyeceğini sanıyorsa... "(Hacc, 15) âyeti,
"Yağmurun beldelere rızık verdiği gibi, Allah'ın kendisini rızıklandırmayacağını (sanıyorsa)..." şeklinde tefsir edilmiştir. İntikam alma da, bir yardım ve zalime
bir karşı duruş manasında "nusre, nusret" ve "intişar" diye
isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: kavmine karşı
ona yardım (Enbiya, 77) buyurmuştur. Müfessirler bu
âyetteki, nın manasının "Biz onun intikamını aldık" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Bu âyet, onların, kıyamet
gününde azab edildikleri zaman, Allah'tan onlar namına intikam alacak birisini
bulamayacakları manasına da gelebilir. Hulasa olarak, sanki "yardım",
"şiddet ve belaları savuşturma" demektir. İşte bu sebeble Hak teâlâ, orada azabından o kâfirleri kurtaracak birisinin bulunmadığını haber
vermiştir. Âyette bunlardan sonra geriye iki mesele kalır:
Günahı Bırakmaya Etkili Bir Teşvik
Âyette, günahlardan en büyük bir sakındırma ve insandan sadır olan günahları tevbe ile telafi etmesine en kuvvetli bir teşvik vardır. Çünkü insan, ölümden sonra herhangi bir tedarik şefaaf, yardım ve fidyenin olmayacağını düşündüğünde, kurtuluşunun ancak Allah'a itaatle olacağını anlar. İbâdetlerinde her an kusur yapmadan ve ömrünün uzun olacağına yakînî bir bilgisi olmadığı için tevbeye fırsat bulamamaktan emin olamayan kişi, her hâl ü kârda bir korku ve endişe içinde olur. Bu âyet, her nekadar İsrailoğulları hakkında nazil olmuş ise de, mana bakımından herkese hitabtır. Çünkü ayette bahsedilen v
Görüntülenme : 802
E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir
İletişim : Turgut Kuzan [email protected]
Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.
Bitişik Özne Zamirleri
(Merfû Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
وا | ا | | Gâib (Eril) |
تُمْ | تُمَا | تَ | Muhatab (Eril) |
تُنَّ | تُما | تِ | Muhataba (Dişil) |
نا | تُ | Mütekellim (Cinsiyet farkı yok) |
Bitişik Nesne Zamirleri
(Mansûb Muttasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُ | Gâib |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Eril |
هُنَّ | هُما | ها | Gâibe |
onları, onların | o ikisini, o ikisinin | onu, onun | Dişil |
كُمْ | كُمَا | كَ | Muhatab |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Eril |
كُنَّ | كُمَا | كِ | Muhataba |
sizleri, sizlerin | siz ikinizi, siz ikinizin | seni, senin | Dişil |
نَا | ي | Mütekellim | |
bizi, bizim | beni, benim | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Özne Zamirleri
(Merfû Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
هُمْ | هُمَا | هُو | Gâib |
Onlar | O ikisi | O | Eril |
هُنَّ | هُمَا | هِيَ | Gâibe |
Onlar | O ikisi | O | Dişil |
أَنْتُمْ | أَنْتُمَا | أَنْتَ | Muhatab |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Eril |
أَنْتُنَّ | أَنْتُمَا | أَنْتِ | Muhataba |
Siz | Siz ikiniz | Sen | Dişil |
نَحْنُ | أَنا | Mütekellim | |
Biz | Ben | Cinsiyet farkı yok |
Ayrık Nesne Zamirleri
(Mansûb Munfasıl Zamirler)
Çoğul (Cem) | İkil (Tesniye) | Tekil (Mufred) | |
---|---|---|---|
إيّاهُمْ | إيّاهُا | إيّاه | Gâib |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, ona | Eril |
إيّاهُنّ | إيّاهُا | إيّاها | Gâibe |
Onları, onlara | O ikisini, o ikisine | Onu, Ona | Dişil |
إيّاكُمْ | إيّاكُمَا | إيّاكَ | Muhatab |
Sizleri, sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Eril |
إيّاكُنَّ | إيّاكُمَا | إيّاكِ | Muhataba |
Sizleri sizlere | Siz ikinizi, siz ikinize | Seni, sana | Dişil |
إيّانا | إيّاي | Mütekellim | |
Bizi, bizeَ | Beni, bana | Cinsiyet farkı yok |
Tümünü seç | Tümünü sil | Boşluk |
ـا | ـا | ا | ا |
ـب | ـبـ | بـ | ب |
ـت | ـتـ | تـ | ت |
ـث | ـثـ | ثـ | ث |
ـج | ـجـ | جـ | ج |
ـح | ـحـ | حـ | ح |
ـخ | ـخـ | خـ | خ |
ـد | ـد | د | د |
ـذ | ـذ | ذ | ذ |
ـر | ـر | ر | ر |
ـز | ـز | ز | ز |
ـس | ـسـ | سـ | س |
ـش | ـشـ | شـ | ش |
ـص | ـصـ | صـ | ص |
ـض | ـضـ | ضـ | ض |
ـط | ـطـ | طـ | ط |
ـظ | ـظـ | ظـ | ظ |
ـع | ـعـ | عـ | ع |
ـغ | ـغـ | غـ | غ |
ـف | ـفـ | فـ | ف |
ـق | ـقـ | قـ | ق |
ـك | ـكـ | كـ | ك |
ـل | ـلـ | لـ | ل |
ـم | ـمـ | مـ | م |
ـن | ـنـ | نـ | ن |
ـو | ـو | و | و |
ـه | ـهـ | هـ | هـ |
ـلا | ـلا | لا | لا |
ـي | ـيـ | يـ | ي |