وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
2|186|Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.

Turgut Kuzan ayet yorumu

Allah (c.c.) kullarına nasıl yakın olur?

Allah (c.c.) kullarına nasıl yakın olur?

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kuran‑i Kerim Türkce Meali ve Muhtasar Tefsiri :

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ى عَنّ۪ى

Kullarım, sana benden sorduklarında cevabı şudur:

 فَاِنّ۪ى قَر۪يبٌ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ

Ben, gerçekten yakınım, yani bana dua ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim, onu her halde bir cevab ile karşılarım. 
Demek ki, Allah'ın yakınlığının manası, bu şekilde çabucak kabul etmektir. 
Yer yakınlığı, cihet yakınlığı demek değildir.
Allah'ın zatının bu şekilde vasıflandırılmasında ve tarifinde:
1- Kainatın yaratıcısı olan Hak Teala'yı bilmez, işitmez, kör, sağır bir kuvvet farz ederek namaz, oruç, dua gibi ibadetleri, müracaatları faydasız, lüzumsuz gibi zanneden cahil tabiatçıları, yine kaderin başlangıcı olan Allah'ın ilmini, kazanın başlangıcı olan Allah'ın iradesini de bir kadere tabi tutarak Allah'ın seçip dilemesini inkar eden icabiye mezhebini şiddetli bir şekilde red vardır. 
Yaratıcı kudreti inkar etmek, sırf cahillik olduğu gibi, hakkın ilminin yaratıcılığını inkar etmek de aynı şekilde sadece bilgisizliktir.
2- Allah'ı zor bilir, zor işitir gibi zannedip de dua ve ibadetinde bağırıp çağıranlara, gürültü, patırtı edenlere red vardır. 

Nitekim bu ayetin iniş sebepleri arasında rivayet edilmiştir ki: Bir savaşta Ashab-ı Kiram, seslerini yükselterek tekbir, tehlil, dua ediyorlardı. 
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz “Siz sağıra veya gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan birine dua ediyorsunuz.” (Fahru'r-Razi, a.g.e., V, 102) buyurmuştu.
Yukarda zikredilen nüzul sebebinden de anlaşıldığı üzere bu ayetin, Allah'ı uzak zannedip de dualarında bağıranları ve icabiyeyi reddetmesi, bunun gereği olarak haydi haydi sabittir.
Bunun için duanın şartlarından biri de alçak gönüllülük ve boyun eğmektir. Zira insanlar, Allah'tan uzak olsalar da “Allah yakın”dır. Bize şah damarımızdan daha yakındır.

 وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِ۪يدِ

“Biz o insana, şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) ayeti bunu açıklamaktadır. Hatta bize, bizden çok yakındır.
İmam Fahreddin Razi der ki: “Bu

 فَاِنّ۪ى قَرِ۪يبٌ

“Ben yakınım” ilahi sözünde akli bir sır vardır. Şöyle ki: Mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin, varlıklarıyla vasıflandırılması, ancak Allah'ın var etmesiyledir.
Bundan dolayı Allah'ın icadı, mümkün olan şeylerin mahiyetleriyle varlıkları arasına girmiş gibidir.
Bu yüzden Allah Teala, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından daha yakındır.
Hatta bu konuda daha yüksek bir kelam vardır: “Yaratıcı, o yüce zattır ki, mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin mevcud olması O'nun içindir.
Bu böyle olduğu gibi cevherin cevher, karaltının karaltı, aklın akıl, nefsin nefis olması da O'nun içindir.
Mahiyetlerin var olması O'nun tesir ve yaratmasıyla olduğu gibi, her mahiyetin, o mahiyet olması da O'nun tesir ve yaratmasıyladır.
İşte bu bakımdan Allah Teala her mahiyete kendinden daha yakındır..” (Fahru'r-Razi, a.g.e., V, 9-97)
Razi'nin birinci ifadesi, mahiyetlerin yaratılmamış olmasına, ikinci ifadesi de yaratılmış olmasına göredir.
Bunda varlıkla mahiyetin farkı yoktur.
Felsefeciler ve tasavvufçular, birincisini; kelamcılar, ikincisini kabul etmektedirler.
Birincisinde ilmin iradeye; ikincisinde iradenin ilme itibarla bir önceliği var demektir.
Çünkü Allah'ın sıfatları zatı ile

 مَعِى

(ma'i) beraber olmakla birlikte nisbi açıdan bir ilgi bulunabilir.
Şunda hiç şüphe yoktur ki, Allah Teala, bütün zarurilerin zarurisidir.
Mümkün olan şeylerin varlıkla vasıflandırılmasının zaruri olmadığı herkesçe kabul edilmektedir.
Fakat isterse mümkün olsun herhangi bir şeyin, kendi ile yorumlanması o şeyin, o şey olmakla vasıflandırılması, zaruri şeylerin en kuvvetlisi görülür.
Bunun bizzat bir zaruret olduğunda da şüphe yoktur. Bunun içindir ki mahiyetler, o mahiyetler olmak manasına yaratılmamış zannedilmiştir.
Fakat bunun zat için ve zattan dolayı bir zaruret olduğu iddia edilemez.
Böyle bir iddia, bi zatihi (zatı ile) ve li zatihi (zatı için) zaruret başlangıcının, zatı için varlığı vacib olanın müteaddid (birden fazla) olduğunu söylemektir.
Halbuki bi zatihi (zatı ile) ve li zatihi (zatı için) sebeplerin sebebi birdir, o da Allah Teala'dır.
Allah'ın varlığını ispat eden illiyet (sebeplilik, nedensellik) kanunu gereğince ilk sebep olan hakkın zatı üzerinde bir kader farz etmeyi gerektirecek yaratılmamış, ezeli mahiyetlerden bahsetmek, aynı şekilde Allah'ın zatı üzerinde ifade icab edecek bir başlangıç olmak, icabiyenin ilimde dayandıkları illiyet kanununa dönüp bozmak demektir.
Hakikatte her şeyin, o şey; bir mümkün mahiyetin, o mahiyet olması hakkındaki zaruri hüküm, hakkın zatının, zatı ile ve zatı için vacib olduğu düşüncesine bağlı bir zarurettir.
Önce zatı için hakkın vacib oluşu düşünülmemiş olsaydı, “insan insandır”, hükmü zaruri olarak kabul edilemezdi.
Bu şekilde her işin aslının tasdiki, vacibin tasdikine bağlıdır.
Bundan dolayı bütün vaciblerin, zaruretlerin kaynağı Cenab-ı Hak'tır. Mümkün olan şeylerin varlıkları, vacib olan varlıktan istifade etmiş olduğu gibi, bütün işler ve mümkünlerin mahiyetleri de hakkın varlığından alınmıştır.
Allah'sız varlık olamayacağı gibi, Allah'sız mantık da olamaz.
Bu bakımdan Allah'ın, bu ayet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı gibi

 وَنَحْنُ اَقْرَبُ

biz daha yakınız.” (Kaf, 50/16) ayeti gereğince, bize bizden daha yakın olduğunda da aklen ve naklen tereddüt edilmemesi lazım gelir.
Biz kendimizin ve başkalarının arzu ve temennilerini duyup, bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman cevap da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teala'nın dualarımızı, yalvarmalarımızı daha önce işiteceğine iman etmek kaçınılmaz olur.
Dua: Esasen davet gibi çağırmak manasına masdardır.
Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya meydana gelen talep ve niyaz manasına adet olmuş ve isim olarak da kullanılmıştır ki dua dinledim, dua okudum denir.
Duanın hakikati, kulun, şanı yüce olan Rabbinden mütevazi bir şekilde medet, ihtimam ve yardım dilemesidir.
İlimden dem vuran bazı cahiller, duayı faydasız bir şey zannetmişlerdir.
Bunların başında yaratıcı kudreti, bir kör kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır.
Fakat bunlardan başka “icab” veya “cebir” nazariyelerine saplananlardan da bu konuda birtakım şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki:
1- Dua ile istenen şeyin, Allah yanında ya olacağı bilinmektedir veya bilinmemektedir. Olacağı bilinmekteyse, olması vacibdir, duaya hacet yoktur. Olacağı bilinmemekteyse olması imkansızdır, yine duaya hacet yoktur.
2- Bu alemdeki bütün olayların, ezeli olan bir müessir (etken)e dayandığında şüphe yoktur. O halde bu ezeli etkenin, ezelde varlığını gerekli kıldığı şeyin olması vacibdir. Gerekli kılmadığının da olması imkansızdır.
Bunlar ezelde sabit ve takdir edilmiş olunca duanın da elbette tesiri olamaz. Bu nokta değişik deyişlerle de ifade edilir.
Derler ki kaderler, geçmiş; kazalar yakındır. Dualar bunu ne artırır, ne de eksiltir. O halde duanın faydası ne?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bile:

 قَدَّرَ اللّٰهُ الْمَقَاد۪يرَ قَبْلَ اَنْ يَخْلُقَ الْخَلْقَ بِكَذَا وَكَذَا عَاماً

“Allah kaderleri, halkı yaratmadan şu kadar ve şu kadar sene önce takdir etti.” (Tirmizi, Kader, 18; Müslim, Kader, 16) Yine:

 جَفَّ الْقَلَمُ بِمَا هُوَ كَائِنٌ

“Olacak şeylerde kalem kurudu.” (Tirmizi, İman, 18; Keşfü'l-Hafa, I, (No: 1071) 399) buyurmamış mıydı?

 اَرْبَعٌ قَدْ فُرِغَ مِنْهَا
 اَلْعُمْرُ وَالرِّزْقُ وَالْخَلْقُ وَالْخُلُقُ

“Dört şeyden ferağat hasıl olmuş, onlar bitirilmiştir; ömür, rızık, yaratma ve huy.” (Mecmua, VII, 195) hadisi de rivayet edilmiş değil midir? O halde duadan ne fayda?
3- Allah, gaybları bilmektedir. Gözlerin hain bakışını, kalblerin gizli tuttuğu niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cebrail (a.s.) bile bu mealdeki kelam ile ihlas ve kulluğun en yüksek derecesine ermiş, Hz. İbrahim ateşe atılırken:

 حَسْب۪ى مَنْ سُؤَال۪ى عِلْمُهُ بِحَال۪ى

“Bana o kimse yeter ki isteğim, O'nun, halimi bilmesidir.” demekle dostluk makamını kazanmıştır diyorlar.
Akli deliller ve sahih hadislerle sabit olduğuna göre, doğru kimselerin makamlarının en yükseği, Allah'ın kazasına razı olmak değil mi?
Dua ise nefsin isteğini, Allah'ın isteğine tercih ve insanlık hissesini talep ve aramak demek olduğuna göre buna ters olmaz mı?
Fatiha suresinde açıklandığı üzere bir kudsi hadiste:

 مَنْ شَغَلَهُ ذِكْر۪ى عَنْ مَسْئَلَت۪ى اَعْطَيْتُهُ اَفْضَلَ مَا اُعْطِى السَّائِل۪ينَ

“Her kimi, benden istemekten benim zikrim meşgul ederse, ben ona, isteyenlere verdiğim şeyin en üstününü veririm.” (Tirmizi, Fedailü'l-Kur'an, 6; Münavi, Feyzü'l-Kadir, II, 34) buyurulmamış mıdır?
Bundan dolayı duayı terk etmenin daha evla olduğu bu yönleriyle sabit olmaz mı demeye kadar varanlar olmuştur.
Bunlara karşı aklı başında olanların ve alimlerin büyük çoğunluğu, duanın, kulluk makamlarının en önemlisi olduğunda şüphe etmemişlerdir.
Bu hususta akli ve nakli pek çok deliller vardır:
1- Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı, kader meselesinden “cebir” ve “icab”a dayanmaktadır. Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak çelişki olur.
Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde olacağı bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır.
Buna şüphe atarak iptale çalışmak, cebir ve kaderden bahsetmek manasızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa inkara kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır.
Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilen taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş olması lazım gelir.
Mesela yemek yemek şartıyla doyması takdir edilmiş olanın, istemek ve azmetmek şartıyla muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doyması, muvaffak olması, yemeye, istemeye ve azme bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.
Bundan dolayı birinci ve ikinci şüphelerde mutlak olmak üzere yapılan tekrar etme eksiktir. Taleb ile, dua ile kayıtlı olarak, olacağı bilinen takdirler vardır.
2- Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mana iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere mahkum olan Allah değil, yaratıklardır.
Kaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve kaderden öncedir.
Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk makamlarının en önemlisidir.
Bize gelince, Allah Teala'nın ilmi, kaza ve kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır.
Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce bilinemez.
Bu şekilde Allah'ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup korunmasını gerekli kılmıştır.
Ümit ve arzu, başarının sebebi; korku ve çekinme, başarının düzenleyicisidir.
Yaşamak, bu iki özelliğin dengesidir.
Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin mahiyeti de budur.
Bunun için Allah'ın ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah'ın kaza ve kaderi herkes için geçerli olmakla beraber sorumluluk da doğrudur.
Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz; hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz.
Ümit ve korku, talep ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua da o sebeplerden biridir.
3- Ashab-ı Kiram, Resulullah'a cebir ve kader meselesini sormuşlar: “Ey Allah'ın Resulü nasıl görürsün? bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir, yoksa yeni başlayan bir iş midir?” demişler.

 شَئٌ قَدْ فُرِغَ مِنْهُ

“Bitirilmiş bir şeydir.” (Münavi, Feyzü'l-Kadir, II, 12; Tirmizi, Tefsiru Sureti, 12/3) buyurulunca: “O halde amel nerede kalır?” sorusunu sormuşlardı. Bunun üzerine:

 اِعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ

Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla ulaşır.” (Buhari, Kader, 4, Tefsiru Sureti, 92/3,5,7, Edeb, 120, Tevhid, 54; Müslim, Kader, 6,7,8; Tirmizi, Tefsiru'l-Kur'an, 11,3, Kader, 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 67; Ebu Davud, Sünnet, 16; İbn Mace, Mukaddime, 10, Ticarat, 2) buyurulmuştu.
Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol ve icab ile seçimin toplamı “iki iş arasında bir iş” olduğunu göstermiş, boyun eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına veya ihmaline düşenlerdir.
4- Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah'a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah'ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır.
Cebrail'in ve Hz. İbrahim'in zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır.
İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir.
Zaman olur ki edep ve yerini bilen huzur ehli için hal, sözden daha edepli olur.
“Ey Rabbim huzurundayım, halim sana malum.” demek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihlas derecesine göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur.
Daha doğrusu dua açık olduğu gibi kinaye ve ima ile de olur.
Bu bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert olan Allah'a karşı hamd ve övgü arz etmek, duayı da içine alır. Bu sebeple:

 اَفْضَلُ الدُّعَاءِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ

Duanın en üstünü, Allah'a hamd olsun, demektir.” (İbn Mace, Edeb, 55) buyurulmuştur.
5- Dua hakkında nakli deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kafirler inkar edebilirler. Bu cümleden olarak bu ayetten başka:

 اُدْعُون۪ىۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ

“Bana dua ediniz ki size icabet edeyim.” (Čafir, 40/60).

 اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعَا وَخُفْيَةً

“Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz.” (A'raf, 7/55).

 اَمَّنْ يُج۪يبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ

“Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendisine dua ettiği zaman icabet eden mi?” (Neml, 27/62).

 قُلْ مَا يَعْبَاُ بِكُمْ رَبِّ۪ى لَوْلاَ دُعَاۤءُكُمْ

De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?” (Furkan, 25/77).

 فَلَوْلاَۤ اِذْجَاۤءَهُمْ بَاْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلٰكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ

Hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bari yalvarsaydılar. Fakat onların kalbleri katılaşmıştır.” (En' am, 6/43) gibi nice ayetler vardır.
Bunların sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip istemeyenlere gazab eder.
Daha önce Fatiha suresinin, dua ve mesele ta'limi suresi isimlerini de taşımakta olduğu ve bununla dua adabının öğretildiği geçmişti.
Duanın önemini anlamak için, yalnız konusu üzerinde bulunduğumuz ayeti düşünmek yeterli olacaktır.
Çünkü Cenab-ı Allah, kitabının on dört yerinde soru ve cevabı zikretmiştir ki bunların bazısı:

 يَسْئَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلْ

.. “Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki...” (İsra, 17/85).

 يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ

.. “Ey Muhammed! Sana dağların kıyametteki halini sorarlar. De ki...” (Taha, 20/105).

 يَسْئَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ

.. “Ey Muhammed! Sana kıyametten sorarlar, ne zaman kopacak? diye. De ki...” (A'raf, 7/187) gibi itikatla; bazısı da:

 يَسْئَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ

.. “Ey Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki...” (Bakara, 2/215).

 يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ

. “Ey Muhammed! Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki...” (Bakara, 2/215) gibi ibadetle ilgilidir.
Bunların cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda

 قُلْ

yerinde

 فَقُلْ

buyurulmuştur ki, bu
 فَا
 «da cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır.
Üçüncüsü de dua hakkındaki bu ayettir ki burada:

 اِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ى عَنّ۪ى

“Kullarım sana benden sordukları zaman...” ayetinde

 قُلْ

veya

 فَقُلْ

diye açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan doğruya

 فَاِنّ۪ى قَر۪يبٌ

“Ben yakınım.” buyurulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır.
Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve sanki diyor ki:
Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtaç olabilirse de, dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur.
“Ben yakınım” buyurulup “kullarım bana yakındır” buyurulmaması da gayet anlamlıdır.
Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması yönüyle yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır.
Bunun Hak Teala'ya bizzat yaklaşması mümkün değildir.
Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil, Allah tarafındandır.
Şimdi bu iki nükte düşünülürse, şu gerçeğe erilir ki dua eden kimsenin gönlü, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz.
Allah'tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk'ın birliğinin marifetine dalar.
Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah'ın yakınlığı hasıl olur.
Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu sürece Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu, kaldırıldığı zaman ise:

 وَاُفَوِّضُ اَمْر۪ى اِلَي اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ

“Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını görür.” (Ğafir, 40/44) ayetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur.
Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak, Hakk'ın kulağı olarak işitir; kalb Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister.
O zaman milyonlarca sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah'ın dilemesi ve hükmüyle, “ol” demekle oluverir.
İşte dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en üstünüdür. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

 اَلدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ

“Dua, ibadetin iliğidir.” (Tirmizi, Daavat, 1) buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise:

 اَلدُّعَاءُ هُوَ الْعِبَادَةُ

Dua ibadetten ibarettir.” (İbn Mace, Dua, 1; Tirmizi, Daavat, 1, Tefsiru Sureti, 2/16,40; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 271, 276) diyerek:

 اُدْعُون۪ى اَسْتَجِبْ لَكُمْ

Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim.” (Ğafir, 40/60) ayetini okumuştur.
Dikkat edilirse görülür ki duayı önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir.
Bunlar ise Allah'ın yakın olduğunu ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta Allah'a ortak kabul edenlerdir.
Bunlar, Hakk'a yalvarmaktan kaçınırlar da yaratıkların takdirine kavuşmayı cana minnet bilirler.
İşte Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri kaldırmak ve kullarını irşad etmek için duanın önemine ve oruç halinin, buna en uygun bir hal olduğuna işaret ederek oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise

 فَلْيَسْتَجِ۪يبُوا ل۪ى

onlar da benim emirlerime candan icabet edip, tutunsunlar

 وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ى

ve bana inansınlar, orucun faziletleri hakkındaki açıklamalarımı tasdik etsinler

 لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

ki rüşdlerine ersinler, doğruca arzularına kavuşabilsinler.
Bilinmektedir ki dua ile emirler, aynı siga (kip) ile yapılan birer taleptirler.
Bir düşkünün: “Aman yetiş!” diye bağırışı, bir dua; buna karşı yardım edecek birinin: “Haydi kalk!” demesi bir icabet ve bir emirdir.
Küçüklerin yardım istemesine yardımla cevap vermek, büyüklüğün alameti olduğu gibi; büyüğün emrine itaat de edep gereği olmasından başka küçüklerin menfaatleri icabından, akıl ve hikmet gereğinden olan bir görevdir.
Aklın gereği üzere harekete ise rüşd (erginlik) denir.
Büyüklerin büyüğü, amirlerin amiri, hakimlerin hakimi olan Allah Teala ise, ululamaya ve şükretmeye en layık olan mutlak büyüktür.
Bilinmekte olan deyiş ile her yerde hazır ve nazır, yaratıklarının her türlü ihtiyacını çabucak yerine getirmeye kadir ve onlara, kendilerinden daha yakındır.

 اُجِ۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ

“Bana dua ettiği vakit dua edenin duasına icabet ederim.” diye ayrıca bir icabet vadinde de bulunmuştur.
İşte o büyük Allah'tır ki kullarına ve sırf kullarının menfaati hesabına birtakım hükümler koymuş ve bu konuda oruçla ilgili emirler vermiştir.
Allah, o yücelik ve büyüklüğü ile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleplerine icabet ederse, acizlik ve yokluk içinde koşan kulların, O'nun emirlerine icabet ve candan sarılıp itaat etmelerinin lüzumu, edep ve ahlak açısından öncelikle sabit olacak bir farz teşkil eder. Hatta sadece ahlak değil, akıl ve menfaatin gereği olan bir rüşd ve doğruluk olur.
Bu bakımdan ancak Allah'a ve hükümlerine iman ile icabet ve itaat edenlerdir ki akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve arzularına doğruca erebilirler.
Bu şekilde ayet, oruç hükümlerinin icrasına riayeti ilan için belağatlı sebepleri ve hikmetleri kapsayan kuvvetli bir buyruk olmuştur.
Bu kuvvetli buyruk, mutlak oluşu ile bütün emir ve hükümleri kapsamakta ise de özellikle oruç emrini takip etmesi dikkate değer.
Oruç, nefsin arzularına aykırı bir yükümlülük olarak göründüğü için diğerlerinden daha zor ve zahmetli kabul edileceğinden, bu özel pekiştirme ile, ihmal edilmesinden sakındırılmıştır.
O halde dua hakkındaki geniş açıklamayı, gelecek olan diğer ayetlere bırakarak oruca devam edelim.

Görüntülenme : 823


Turgut Kuzan ayet yorumu

Duaya cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır.

Duaya cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. 

Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor
Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor.
Elcevap: 
Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: 
- "Yâ hekim, bana bak."
Hekim "Lebbeyk," der. 
- "Ne istersin?" Cevap verir.
Çocuk 
- "Şu ilâcı ver bana" der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. 
Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. 
Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
(Sözler | Yirmi Üçüncü Söz)

Görüntülenme : 895


E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İletişim : Turgut Kuzan [email protected]

Web sitemizi kullanırken karşılaştığınız problemleri, önerilerinizi lütfen e-posta ile iletiniz.